26 Temmuz 2018 Perşembe

DENİZLER, DALGALANMADAN DURULMAZ "NACİ AKIN" -Sayın Subaşı diyor ki; “İYİ Partinin yeri merkez sağdır, Menderes, Demirel ve Özal çizgisidir. Buna bir de merhum Türkeş’in devlet adamlığı ve merkez sağ ile uyumu eklendi mi taşlar yerine oturur. Yoksa salt milliyetçilikle bir yere varılamaz.”

DENİZLER, DALGALANMADAN DURULMAZ
NACİ AKIN

Seçimlerin üzerinden tamı tamına bir ay geçti. Hükümet kuruldu, yeni sisteme uygun yapılanma süreci başladı, öyle veya böyle Türkiye yoluna devam ediyor. Elbette seçim sonuçlarından çıkarılacak dersler de var. Bundan sonraki süreçte Türkiye’yi yeni bir krize sokmadan düze çıkarmak için iktidarın da, muhalefetin de, meclisin de üzerlerine düşen sorumlulukları almalarını bekliyoruz.

İYİ Parti dersine Afyon Sandıklı’da yaptığı çalıştayda çalıştı. CHP ise dersine çalışmak yerine eski kötü alışkanlıklarına dönmeyi tercih etti. Seçim yenilgisinin sebeplerini araştırmak şöyle dursun, kurultay çağrısıyla birbirlerine düştüler. İktidar kanadı ise belli ki söylemeseler bile bir takım dersler çıkarmış gibi gözüküyorlar. Parti ile hükümeti birbirinden dengeli bir biçimde ayırmış görünüyorlar. Özellikle ekonomi yönetimine yönelik bakanlıklar, eğitim, sağlık, turizm gibi temel politikalarının önem taşıdığı bakanlıklar nispeten tarafsız sayılabilecek şekilde doldurulmuş. Umarım bu sadece görüntüde değildir, gerçekten halkın, piyasaların, sektörlerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekildedir. Bunu zaman içerisinde göreceğiz, olumlu bulduklarımızı gönül rahatlığıyla söyleyerek, olumsuzlukları da eleştirmeye devam edeceğiz.

İktidarın ders çıkarıp çıkarmadığını zaman içinde göreceğiz. O yüzden bunları konuşmak için henüz çok erken. Asıl konumuz muhalefetin dersler çıkarıp çıkarmadığıdır. CHP’nin ders çıkarmaya niyeti olmadığını söyledim, kurultay için yeterli imza toplanırsa CHP’yi o zaman yazacağım. HDP, AKP ve MHP sayesinde Meclis Başkanvekilliğini kaptı. Zaten bir kısım CHP seçmeni ve dönme liberallerin avansıyla da barajı aşabilmişlerdi. Umarım geçen dönemki hatalara düşmezler ve onlar da ders çıkararak verilen avansa layık olmaya çalışırlar.

Bugün asıl değerlendireceğim konu, İYİ Parti Afyon çalıştayı ve Genel Başkan Akşener’in ani kurultay çıkışı. Başlıkta da değindiğim gibi denizler dalgalanmadan durulmaz. Doğrusu İYİ Partinin böyle bir dalgalanmaya ihtiyacı vardı. İyi de oldu.

Ben uyarmıştım demek benim tarzım değildir ama parti kurulduğu günden beri sürekli olarak endişelerimi dile getirdim. Hem köşemde yazdım hem de parti yönetiminde ve kurucular arasındaki dostlarıma söyledim. Türkiye’nin ihtiyacı merkez sağdaki boşluğu doldurmaktır dedim. MHP taklidi bir partinin AKP’den oy koparması ve ipi göğüslemesi mümkün değildir dedim. Ne kurucular kurulunda, ne GİK’de ne de aday listelerinde bu hususlar dikkate alınmadı. Kadim dostum Cevher Cevheri’nin istifası bile uyarmadı. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi ama Sayın Akşener’in tabanda estirdiği rüzgar yetecek sandılar. İçlerindeki ülkücü kökenden gelen bazı değerli siyasetçileri tenzih ederim ama seçmenin adını bile duymadığı MHP’den kovulan çoğu çapsızı aday listelerine koydular. Genel Başkanını terörist ilan edenlerin elini öpenleri bile milletvekili seçtirdiler. Elbette bütün bu hataların masaya yatırılıp irdelenmesi gerekiyordu ve bu açıdan da çalıştay önemli bir fırsat oldu.

Katılan dostlarımdan aldığım bilgilere göre benim de sık sık dile getirdiğim konular altı çizilerek anlatılmış. Özellikle ikinci sıraya konulmuş olmasına rağmen Antalya’dan üç milletvekilliğini getiren Hasan Subaşı’nın konuşması ayakta alkışlanmış. Sayın Subaşı diyor ki; “İYİ Partinin yeri merkez sağdır, Menderes, Demirel ve Özal çizgisidir. Buna bir de merhum Türkeş’in devlet adamlığı ve merkez sağ ile uyumu eklendi mi taşlar yerine oturur. Yoksa salt milliyetçilikle bir yere varılamaz.” Bu cümlenin altına ben de imzamı atarım.

Ne gariptir ki; çalıştayın son günü Sayın Akşener’e yöneltilen eleştiriler, yavuz hırsız misali, tam da yukarıda saydığım hataları yaptıranlardan gelmiş. Sigortaları atan Sayın Akşener de kürsüye çıkarak bir, bir hadlerini bildirmiş, ne haliniz varsa görün diyerek kürsüden inmiş. Sonra da arabasına atlayarak oteli terk etmeye kalkışmış. Ancak salonda bulunanların çoğunluğunun desteğini alan Akşener’in aracının önü kesilerek zor da olsa ikna edilmiş. Odasına çıkıp ikindi namazını kılan Akşener ferahlayıp sakinleşmesini müteakip salona geri dönmüş ve çalıştayın kapanışını bizzat yapmış.

Burada Koray Aydın’a ayrı bir parantez açmak istiyorum. Sayın Aydın’ı İYİ Partinin MHP ağırlıklı bir yapıya dönüşmesinden dolayı çok eleştirdim. Alınan neticenin baş sorumlularından olduğunu düşündüğümü de söyledim. Ancak aldığım bilgilere göre Sayın Aydın bu hatalarının farkında olmalı ki, cansiperane kendini Akşener’in aracının önüne atanların başında geliyormuş. Hatayı kabul etmek erdemliliktir diyerek parantezi kapıyorum. İkna konusunda eski DYP’li bakan, Diyarbakır adayı Salim Ensarioğlu’nun katkılarını da unutmayalım.

Şimdi ne olacak?
Sayın Akşener tüzüğün kendisine tanıdığı yetkiyle seçimli kongre kararı aldı. Toplantıya katılan il başkanlarının tümüne yakını Sayın Akşener’i tekrar aday göstermek için imza verdiler. Genel Sekreter ve parti sözcüsü Sayın Aytun Çiray da parti yönetiminin ve meclis gurubunun da ayni kararı aldıklarını duyurdu. Kongre yapılacak, Meral hanım kendi istemese de tek aday olarak gösterilecek, daha güçlü bir şekilde gelecek, GİK listesini de merkez sağ çizgiye hitap edecek biçimde yeniden tanzim edecek. En azından bizim beklentimiz budur. Burada Meclis Gurup Başkanı Ahat Andican, Genel Sekreter Aytun Çıray ve Hasan Subaşı gibi merkez sağdan gelen deneyimli siyasetçilere de çok iş düşüyor. Eğer CHP kurultay kararı alır ve Kılıçdaroğlu giderse CHP içindeki merkez sağ unsurlar da tasfiye sürecine girer. Bu, daha geniş yelpazede güçlü bir merkez sağ ve yapıcı muhalefetin oluşmasının da önünü de açar. Bekleyelim görelim…

Kalın sağlıcakla…
NACİ AKIN
25 Temmuz 2018 Çarşamba

20 Temmuz 2018 Cuma

AKDENİZ BİRLİĞİ VE KIBRIS "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -Avrupa Birliği çıkmaza girerken gündeme gelen Fransa’nın Akdeniz Birliği açılımına karşı Almanya yeniden Ostpolitik adı verilen Doğu Politikası’na yönelmiş ve güneyde oluşturulmak istenen Akdeniz Birliği’ne karşı bir yeni Prusya-Rusya ittifakı gelecekte Kuzey Birliği oluşturacak biçimde gündeme gelmiştir.


AKDENİZ BİRLİĞİ VE KIBRIS 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, Avrupa Birliği tam olarak Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük kıtasal federasyon çatısı altında birleşememiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin karşısına bir Avrupa Birleşik Devletleri çıkarmak üzere harekete geçen Avrupalı ülkeler, yarım yüzyılı aşkın bir süre büyük çabalar göstermelerine karşılık bir türlü, tek ve merkezî bir otoritenin öncülüğünde bir araya gelememişlerdir. Fakat dünyayı yüzyıllarca sömürge imparatorlukları çatısı altında yönetmiş olan Avrupa’nın büyük devletleri, küresel merkez olmaktan vazgeçmemişler ama bir büyük kıtasal birliğin içinde erimeyi kabul etmedikleri için de Avrupa Birliği projesi fazlasıyla gecikmiştir. Gecikme ile beraber başka alternatifler ortaya çıkmış ve dünya konjonktüründe yaşanmakta olan hızlı değişim Avrupa Birliği’ne paralel başka önerileri ve girişimleri devreye sokmuştur. Bunların en başında da Akdeniz Birliği Projesi gelmektedir.

İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya gibi beş büyük sömürgeci ülkeyi tek bir birlik çatısı altında bir araya getiremeyen Avrupa Birliği projesi yavaş yavaş geride kalınca, Fransa, İtalya ve İspanya gibi Avrupa’nın Latin asıllı ulusları yeni bir birliği Akdeniz kıyısında aramaya başlamışlardır. Özellikle Anglosakson ve Yahudi ittifakına dayanan küreselleşme projesi bütün dünyayı sarsarken, başlarını küçük Avrupa kıtasına gömmek istemeyen Avrupa’nın Latin ülkeleri Güney Amerika’nın Latinleri ile bir araya gelerek küreselleşme karşıtı hareketleri başlatmışlardır. Bu tür girişimlerin sonucunda Brezilya merkezli bir anti küreselleşme akımı hızla gelişmiş ve bu harekete Avrupa’nın Latin ülkeleri de destek vermişlerdir. Latinler, Anglosakson ve Yahudi ittifakına karşı yeni bir alternatif çıkışı dünya düzeyinde örgütlerken, Avrupa Birliği geride kalmış ABD’nin karşısında denge sağlayıcı bir ağırlık oluşturamayınca küreselleşme karşıtı hareketler Latinlerin öncülüğünde Asya ve Afrika kıtalarına da yayılarak evrensel düzeyde yeni bir hareketin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu tür gelişmeler Avrupa içindeki çekişmeleri etkilemiş, Avrupa kıtasındaki bir büyük birliktelikle dünyada denge sağlanamayacağını gören İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya, eski sömürgelerine geri dönek yeni dönem küresel aktiviteleri örgütlemeye çaba göstermişlerdir. Avrupa’nın Latin asıllı ülkeleri bu aşamada daha fazla bir arada hareket etmeye başlamışlar, Cermenler ile Anglosaksonlara karşı yeni bir dayanışma oluşturarak dünya dengelerinde daha fazla etkili olabilmenin yollarını aramışlardır. Böylece Avrupa Birliği süreci tamamlanmadan, Avrupa kıtasını yeniden eski bölünmüş hâline geri dönmüştür.

Küreselleşme döneminde gündeme gelen Anglosakson-Yahudi ittifakının zaman içerisinde bozulması, Amerika Birleşik Devletleri’nde New York merkezli bir kapitalist dünya devleti yaratma projesini etkilemiş ve İngiltere ile İsrail, Amerikan devletini bu ülkedeki güçlü lobileri aracılığı ile kullanmak için yarışa kalktıklarında Avrupa Birliği’ni İngiltere bozmuştur. İngiltere’nin İsrail’in çıkarları doğrultusunda ABD’nin Ortadoğu’da savaşa kalkışması üzerine yeniden eski sömürgelerine döndüğü görülmüş, bunu daha sonra Fransa’da izlemiştir. İngiltere, Fransa ve İspanya gibi eski sömürgeci devletlerin dış dünyaya açılmaları üzerine de Almanya yeniden geleneksel doğu politikasına yâni Avrasya’ya yönelmiştir. Almanya’nın Balkanlar ve Rusya üzerinden Avrasya’ya yönelmesi üzerine de Fransa, bir Akdeniz ülkesi olarak Akdeniz’e ağırlık veren yeni bir yaklaşımı yavaş yavaş gündeme getirmiştir. İtalya, İspanya ve Portekiz gibi Latin ülkelerle giderek yakınlaşan Fransa, küresel patronlara karşı yeni bir alternatif küreselleşme arayışını sürdürürken, İsrail, Fransa’daki Yahudi lobisini kullanarak bir Macar Yahudisi’ni Fransız devletinin başına geçmesini ciddî bir Siyonist örgütlenme ile başarmıştır. Fransız devletinin Akdeniz Latinleri ile başlamış olan yakınlaşması, Sarkozy’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra daha da ilerlemiş ve Fransa’nın yeni Yahudi başkanı Ortadoğu’da İsrail’i kurtarmak üzere bir Akdeniz Birliği projesini ortaya atmıştır. Akdeniz’in Latinleri Cermenlere, Yahudilere ve Anglosaksonlara karşı bir araya gelirken, Sarkozy bu kez İsrail’i kurtarmak üzere Akdeniz Birliği ile gündemi değiştirmiş ve yeni bir açılımı Avrupa’nın güneyine taşımıştır.

Annesi Selanikli bir Sabetay olan Sarkozy aileden gelme bilgilerle Osmanlı İmparatorluğu’nu bildiği için başından beri Türkiye’nin Avrupalı olmadığını, Avrupa Birliği içinde eski Osmanlı uzantısı bir Türk ve Müslüman devlete yer bulunmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutmak, İsrail’i Ortadoğu’da yalnız bırakmamak, dünya dengelerinde Almanya, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı daha etkili olabilmek amacıyla Fransa’nın başlatmış olduğu Akdeniz Birliği tartışmaları her açıdan yeni bir durum değerlendirmesini gündeme getirmiştir. Avrupa Birliği süreci küreselleşme döneminde kesilince, yeniden eski büyüklerin ulus devlet merkezli politik girişimleri başlamış ve bu durum da ciddî çekişmeleri beraberinde getirmiştir. Akdeniz Birliği önerisi, böyle bir aşamada aslında Avrupa Birliği’nin bittiğinin bir başka yönden açıklanması olarak da ele alınabilir, çünkü Avrupa Birliği oluşumunun ulus devletleri parçalamasını, kıtanın büyük devletleri kabul etmemişlerdir. Kopenhag Kriterleri’ne karış direnen kıtanın büyükleri, daha sonrada kendi merkezli politikalarını öne çıkarmışlardır.

Fransa’nın gündeme getirdiği Akdeniz Birliği’nin mümkün olup olmayacağı tartışılırken, konu Avrupa Birliği organlarında ele alınmış ve bazı devletlerin önermesiyle Akdeniz Birliği Projesi, bir alternatif olmaktan çıkartılarak Avrupa Birliği’ne bağımlı bir oluşama dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın sonlarında Barselona kentinde toplanan kongre ile başlatılmış olan Euromed Projesi daha genişletilerek öne çıkartılmış ve yeni dönemde bu projeye “Akdeniz İçin Birlik” adı verilerek konu Avrupa Birliği çerçevesinde kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Akdeniz’in kuzeyinde yer alan Hıristiyan Avrupa devletlerinin, Ortadoğu ve Afrika’nın Müslüman devletleri ile beraber bir denizin etrafında çevrelenmesi gerçeği dikkate alınarak, Avrupa Birliği’ne komşu olan Müslüman Akdeniz ülkeleriyle yeni bir tür birliktelik başlatılmak istenmiştir. Avrupa Birliği böylesine bir yaklaşım ile Fransa’nın ABD ve İsrail çizgisinde anti-Avrupacı bir Akdenizciliğe soyunması önlenmek istenmiş ve yeni dönemde Batı Bloku içerisinde yeni dengeler oluşturularak bölünmeler önlenmek istenmiştir. Bu yaklaşım, Avrupa Birliği’ne alternatif ya da bu birlikten tamamen ayrı bir Akdeniz Birliği’ni değil ama Avrupa Birliği’nin denetimi altında bir Akdeniz oluşumunu öne çıkararak Akdeniz’in sıcak sularında bir çatışmayı önlemiştir. Akdeniz Birliği Projesi’nin Avrupa kıtasına yeni sıkıntılar getirmesi önlenirken, Fransa ile yakınlaşan İsrail’in ABD destekli bir savaş çılgınlığına Doğu Akdeniz bölgesinde yönelmesinin önüne de geçilmek istenmiştir.

Türkçe karşılığı “Bizim Deniz” olan “Mare Nostrum” yaklaşımı Akdeniz kıyısında var olan bütün ülkelerle beraber bu denizin ortasında yer alan tüm adaları da yakınlaştırmayı ve bizim denizin etrafında birliktelik düzeni oluşturmayı hedeflemektedir. Roma İmparatorluğu’nun kurulduğu bu sıcak denizin çevresindeki ülkeler bir büyük birliktelik düşünülürken, dünyanın geleceğinde etkili merkez olabilecek yeni bir Roma İmparatorluğu düşü de kendiliğinden devreye girmektedir. Ortadoğu’da İsrail’in kurulmasıyla başlayan süreç içerisinde, yeni Roma İmparatorluğu düşleri de daha da gelişmiş, on bin kilometre öteden Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’in öncülünde bir yeni Roma İmparatorluğu hedefine yönelmesi gerçekleştirilmek istenmiştir. Bu doğrultuda hareket eden siyasal merkezler, Akdeniz’i ele geçirmek için birbirleriyle yarışmışlardır. ABD ve İsrail ikilisi Fas’ın Rabat kentinde bir Ortadoğu Zirvesi toplayarak Akdeniz’e Müslüman ülkeler üzerinden bir yaklaşımı denerken, Avrupa’nın Hıristiyan ülkeleri de İspanya’nın Barselona kentinde bir zirve toplayarak Avrupa Birliği’nin kontrolü altında bir Akdeniz yapılanmasını Euromed Projesi ile gündeme getirmeye çalışmışlardır. Akdeniz Birliği bir anlamda Avrupa ve Amerika çekişmesinin ürünü olarak gündeme gelen alternatif proje olarak da kabul edilebilir.

Avrupa Birliği çıkmaza girerken gündeme gelen Fransa’nın Akdeniz Birliği açılımına karşı Almanya yeniden Ostpolitik adı verilen Doğu Politikası’na yönelmiş ve güneyde oluşturulmak istenen Akdeniz Birliği’ne karşı bir yeni Prusya-Rusya ittifakı gelecekte Kuzey Birliği oluşturacak biçimde gündeme gelmiştir. ABD bu kez böylesine bir Kuzey Birliği’ni önlemek üzere füze kalkanı sistemini geliştirmiş ve bunu Polonya ile Çek Cumhuriyeti’nin topraklarında Almanya-Rusya ittifakını önleyebilmek üzere öne çıkartmıştır. Rusya Doğu Avrupa ülkelerinde ABD’nin yeni bir füze kalkanı sistemine karşı çıkmış ve bu füzelerin NATO ülkesi olan Türkiye’ye kaydırılmasını resmen gündeme getirmiştir. Böylece Avrupa Birliği’nin dışında bırakılan Türkiye kuzey bölgesinde Almanya ile Rusya yakınlaşmasından doğan bir Kuzey İttifakı ile, güneyde Akdeniz’de gündeme gelen bir Fransa ve İsrail ittifakı arasında sıkışmıştır. ABD, Fransa ve İsrail’in içinde olduğu Akdeniz Birliği oluşumunu dolaylı yollardan desteklerken, kuzeydeki Prusya ve Rusya ittifakını önleyebilmek üzere füze kalkanı sistemini Polonya ve Çek Cumhuriyeti merkezli kurmak istemektedir. Türkiye, Avrupa Birliği’nin devre dışı kaldığı yeni dönemde böylesine iki yeni oluşumun tam ortasında kalırken, dış politikada giderek füze kalkanı ve Akdeniz Birliği baskıları ile karşı karşıya kalmıştır.

Fransa, Avrupa Birliği dışında Akdeniz Birliği Projesi’ne yönelirken, daha fazla Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’e yakın politikalar izlemiştir. Türkiye’yi Ortadoğu’da İsrail’i koruyabilmek üzere bir şemsiye konumunda kullanmak isteyen Siyonizm ve Atlantik emperyalizmi, Türk devletini yeni dönemde daha da baskı altına alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çaba göstermişlerdir. Ne var ki, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan gelen birikim ve deneyimlerle, Türk kamuoyu değişen dünyadaki bu yeni durumları yerinde izlemiş ve hiçbir dış yönlendirmeye alet olmadan bir tartışma ortamı içerisinde yeni gelişmeleri değerlendirmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin daha fazla Akdeniz Birliği içerisine çekilmesi doğrultusundaki baskılar sonuç vermemiş, Türkiye Cumhuriyeti yeni oluşumları gözleyerek bağımsız dış politikasını sürdürmüştür. Avrupa’nın bir kıtasal birlik olarak ABD’nin karşısına çıkamaması nedeniyle, yeni dönemde Amerika’nın karşısında yeniden toparlanan Rusya ağırlıklı olarak yer almaya başlamış ve Almanya destekli politikalarla Rusya, ABD ve İsrail saldırganlığına karşı bozulan dünya dengelerinde yeni arayışları sürekli olarak gündeme getirmiştir. Rusya’nın eski Sovyetler Birliği’nden kalma otorite boşluğu alanını doldurmaya başlamasıyla beraber ABD merkezli politikaların Akdeniz Birliği doğrultusunda İsrail’in çıkarları için tırmanmaya başladığı gözlenmiştir. Avrupa Birliği oluşumunun durgunluk içine girmesiyle beraber Akdeniz Birliği ve Kuzey Birliği oluşumları yeni dünya düzeninde dengeleri oluşturabilmek üzere devreye girmiştir. Kuzey’e karşı Güney Birliği’nin gerçekleşme alanı olarak Akdeniz seçilmiştir.

Almanya ile yakınlaşarak tarihsel Prusya-Rusya bloğunu oluşturmaya ağırlık veren Rusya Federasyonu, geleneksel dünya egemenliği politikası doğrultusunda Akdeniz’in sıcak suları hedefini daha da pekiştirmiştir. Bu nedenle Rus turistlerin eskisine oranla son derece fazla sayıda Antalya merkezli olarak Akdeniz kıyıların geldiği görülmüş, Ruslar Karadeniz’de tatil yapma alışkınlığından vazgeçerek Akdeniz’e doğru yönelmişlerdir. Rusların kızıl elmasının bulunduğu kent olarak seçilen Antalya her geçen sene daha fazla sayıda Rus turist ile doldurularak, İsrail’in Doğu Akdeniz’de Antalya-Kıbrıs-Tel Aviv arasında oluşturmaya çalıştığı bir hegemonya alanının ortasına girmek istemiştir. Ruslar stratejik olarak Antalya’da kümelenirken, Almanlar da Alanya’yı yeni yerleşim merkezi olarak seçmişler, birkaç yüz bin Alman Alanya’ya yerleşerek bu Akdeniz kentini küçük Almanya’ya dönüştürmek istemişlerdir. İsrail’in Doğu Akdeniz’de Kıbrıs üzerinden oluşturmak istediği hegemonya üçgenini kırmak üzere Ruslar Antalya’yı, Almanlar ise Alanya’yı hedef kentler olarak seçerek buralarda yerleşmeyi ve Akdeniz kıyılarında İsrail merkezli bir yeni Roma İmparatorluğu’nu önlemek, Rus hegemonyasındaki Kuzey İttifakı’na karşı bir güney girişimi olarak Akdeniz Birliği’ne izin vermemek üzere yeni yapılanmaları kendi gündemlerine oturtmuşlardır.

Türkiye yeni dönemde fazlasıyla sıkışırken, benzeri gelişmeler Kıbrıs’ta da ortaya çıkmıştır. Rusya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin başkenti olan Güney Lefkoşa’daki elçiliğindeki beş bin resmî Rus görevlisini bir Ortodoks dayanışması içerisinde tutarken, adanın güney kısmının Batılı güçlerin Akdeniz hegemonyası doğrultusunda kullanmasına karşı çıkmakta, Rusya merkezli Kuzey Birliği’nin güney uç noktası olarak Kıbrıs adasını seçmekte ve bu adadaki güçlü yapılanmasıyla da Avrupa ya da Amerika merkezli yeni Akdeniz oluşumlarını önlemeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Yunanistan kadar etkili olan Rusya eski soğuk savaş döneminden kalma Akdeniz’in en güçlü komünist partisi olan Akel örgütünü bir anlamda Rusya hegemonyasının temsilcisi olarak burada desteklemektedir. Avrupa Birliği’nin Euromed politikalarına, Fransa’nın ABD destekli Akdeniz Birliği girişimlerine ve İsrail’in Türkiye’yi yanına alarak oluşturmak istediği Doğu Akdeniz Birliği politikalarına karşı Rusya Almanya’nın desteği ile karşı çıkmakta ve Kıbrıs adası üzerinden Akdeniz Birliği girişimlerini önlemeye çalışmaktadır. ABD ve İsrail destekli Fransa’nın Kıbrıs’ın Baf kentinde bir askerî üs edinmesine de karşı çıkan Rusya’nın bir kuzey gücü olarak Kıbrıs adasının kendisine karşı bir güney birliğinin oluşumunda karşıt bir duruşu sergileyeceği, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Akel partisinin öne geçmesiyle anlaşılmaktadır. Akel’in bir Rum partisi olarak görünmesine rağmen gerçekte Rus partisi olduğu, çeşitli gelişmelerle açıklığa çıkmıştır. Kıbrıs’ı Akdeniz hegemonyası için kullanacak Batılı güçlerin bir Doğulu gücün desteğindeki Akel partisini karşılarında bulacakları anlaşılmaktadır.

Babası Macar Yahudisi annesi Selanik Sabetayı olan, Yahudi asıllı bir Fransız vatandaş, Fransa gibi bir büyük ülkede, uluslararası Siyonist lobilerin desteği ile cumhurbaşkanı seçilmiştir. Dünya devletinin güdümündeki küreselleşme hareketi Avrupa Birliği’ni teslim alınca, yeni Avrupa Anayasası tam anlamıyla küreselleşme uygun bir çizgide hazırlanmıştı. Zaman içerisinde Fransız ulus devletini tasfiye edecek küreselci Avrupa Anayasası’na, hem Fransız derin devleti hem de Fransız ulusu elbirliği yaparak karşı çıkmışlar ve hayır demişlerdi. Uluslararası küresel sürecin durmasına neden olan bu olay üzerine Siyonist küreselciler ciddî hazırlıklar yapmışlar, tam anlamıyla Siyonist bir düşünceye sahip olan Fransız vatandaşı bir Yahudi’yi Fransa’ya cumhurbaşkanı olarak seçtirmişlerdir. Fransız Devleti bu Siyonist komploya karşı kendini koruyabilmek üzere, sosyalist bir kadın adayı cumhurbaşkanlığına aday göstermiş ama seçimleri devlet ve ulus kaybetmiştir. Sarkozy de Siyonist lobilerin desteği ile gelerek kendisine biçilmiş olan Siyonist rolü oynamaya başlamıştır.

Sarkozy için öncelik Fransız ulusu ve devletinin ulusal yapısını yıkmak, üç yüzyıllık ulusal birikimi tasfiye ederek Fransız ulus devletini tarihe gömmektir. Bu doğrultuda küresel amaç ve hedefleri gündeme getirerek Fransa’yı yirmi birinci yüzyılın başlarında yönlendirmeye çalışmaktadır. Dışişleri eski Bakanı Schuman aracılığı ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında AB’ye kilitlenen Fransa, yeni dönemde Avrupa’dan uzaklaştırılarak Akdeniz Birliği’nin öncülüğüne yönlendirilmektedir. Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin önünü kesmek üzere bir Avrupa birliği gerçekleştirmeye çalışmış olan Fransa, Almanya ile beraber bu bölgesel birliğin öncülüğünü yapmıştır. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra AB önemini yetirmiş ve Avrupa’nın eski emperyalist ülkeleri gene eskisi gibi ulusal çıkarları doğrultusunda emperyalizme yönelmişlerdir. İngiltere bir Atlantik gücü olarak yeniden sömürgelerine yönelince, Fransa da onu izlemiş ve eski sömürgelerinde küreselleşme döneminde, eskisi gibi bir siyasal yapılanmaya girmiştir. Almanya da gene eskisi gibi doğu politikasına dönerek doğuya açılmış; Balkanlar ve Karadeniz üzerindeki etkisini artırmaya çaba göstermiştir. Bugün artık AB’nin geride kaldığı; İngiltere, Fransa ve Almanya’nın eskisi gibi emperyalist politikalara yeniden dönüldüğü bir dönem gündeme gelmiştir. Küreselleşme döneminde Batı’nın Avrupalı emperyalistleri dünyaya açılırken, Amerika Birleşik Devletleri ile karşı karşıya gelmişlerdir.

Yeni dönemde, Siyonist emperyalizm en koyu Siyonistlerden birisi olan Sarkozy’nin Fransa’nın başına gelmesini sağlamış ve Fransa’yı AB’den çekerek Akdeniz Birliği’ne yönlendirmeye başlamıştır. Bu aşamada Sarkozy açıkça Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmakta, Türkiye’nin ancak Akdeniz üzerinden AB ile bağlantısı olabileceğini öne sürmektedir. Sarkozy sürekli olarak Akdeniz’i öne çıkarırken, sâdece Türkiye’nin değil, aynı zamanda Kıbrıs’ın da Avrupa ile olan bağlantılarını Akdeniz hattına çekmiştir. Sarkozy’nin sürekli ve inatçı çıkışları üzerine Almanya Başbakanı Merkel, bir açıklama yaparak, Kıbrıs’ın hukuken ve siyasal olarak sorunlu bir ülke olduğunu, bu nedenle AB'ye üye yapılmasının çok yanlış olduğunu vurgulamıştır. Böylece, Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki haklılığı bir kez daha AB’nin patronu olan Almanya Başbakanı’nın açık konuşması ile onaylanmıştır. Merkel, Kıbrıs için olumsuz düşüncelerini öne sürerken, bu sorunlu adanın bir çıbanbaşı olarak Türkiye ve Avrupa arasında kaldığını; sorunlarını çözmeden, AB üyeliğine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin adanın tamamını temsilen alınmasının hata olduğunu vurgulamıştır.

Fransa Cumhurbaşkanı, Türkiye’yi Avrupa’nın dışında tutarken, Almanya Başbakanı da Kıbrıs’ı Avrupa’nın dışında tutmaya dikkat etmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üye yapılarak Kıbrıs ile ilgili sorunlarda AB içinde diğer üyelerle beraber oy kullanma hakkına sahip olmasının çok büyük bir hata olduğunu gene Almanya Başbakanı konuşması sırasında açıklamıştır. Sarkozy, Fransa’dan çok İsrail’in çıkarlarına ağırlık verdiği için, Fransa politikasını da İsrail’in çıkarları doğrultusuna kaydırmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine Ortadoğu’ya gelen Yahudiler, İngiliz hegemonyası altında bölgedeki güçlerini artırmışlardır. İkinci Dünya Savaşından yararlanarak devletlerini kurmuşlar ve ABD’nin gücünden yararlanarak Ortadoğu’da güçlerini artırmanın çabası içinde olmuşlardır. Bugün ABD’nin on bin kilometre öteden gelerek Irak ve bölge ülkelerine saldırmasının ana nedeni İsrail’in güvenliği ve dünyanın merkezî bölgesine egemen olma arzusudur. Beş yıllık savaş sonrasında ABD, Ortadoğu’da bitme noktasına gelmiştir. Dünya ülkelerinin baskıları üzerine, Amerika, askerlerini çekmeye hazırlanmaktadır. Bu durumda İsrail’i koruyacak güç kalmamakta, Siyonist çevreler Türk ordusunu Irak’a sokarak ABD sonrasında İsrail’i Türk ordusunun korumasını istemektedirler. Türkiye Cumhuriyeti de bu tür emperyalist oyunlardan çok çektiği için ağırdan alarak Irak'a müdahaleye uzak durmaktadır. İşte tam bu noktada Siyonizm Sarkozy’yi Fransa’nın başına getirerek, İsrail'i Ortadoğu’da yalnızlıktan kurtarmak üzere Akdeniz Birliği önerisini dünyanın gündemine getirmektedir.

Tam bu aşamada Fransa Kıbrıs’tan askerî üs istemiştir. Eski bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs adasında İngiliz üsleri dururken, bu üsleri ABD ve İsrail kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken, Ortadoğu hegemonya mücadelesinde Fransa da yeniden devreye girmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İngiltere ile beraber Ortadoğu’ya gelen Fransa, bugünkü merkezî bölge haritasını çizerken, Ortadoğu’yu İngiltere ile beraber paylaşmıştır. Ne var ki, daha sonraları kendi dominyonları olan Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık vererek geri çekilmiştir. İsrail’i çevreleyen ülkeler arasında yer alan bu iki eski Fransız sömürgesi günümüzde İsrail için ciddî tehdit oluşturmakta İran’ın yardım ve desteği altında eyleme geçen Hizbullah, Lübnan üzerinden İsrail’e saldırırken Siyonizm, Suriye ve Lübnan’ın eski patronu olan Fransa’yı yeniden devreye sokmakta ve böylece Ortadoğu denklemine bir batı gücü olarak Fransa yeniden girmektedir. ABD ve İngiltere’nin bölgedeki ağırlığını yeterli bulmayan İsrail, Fransa’yı tekrar devreye sokarken, bu Batı gücünün Kıbrıs'ta üs kurmasını istemiş ve desteklemiştir. Türkiye’yi eskisi gibi yönlendiremeyen İsrail, yeni aşamada İngiltere ve Amerika’nın yanına bir de Fransa’yı eklemiş ve Siyonist lobilerin desteği ile bu dönemde Sarkozy’yi Fransa’nın başına geçirmiştir.

Batılı güçlerin dünyanın merkezî alanına egemen olabilmesi için geliştirdikleri Büyük Ortadoğu Projesi ile beraber Siyonizm’in meşhur Büyük İsrail Projesi’nin ilerlemediği hatta durduğu yeni bir dönemde Siyonizm’in temsilcisi olan Sarkozy aracılığı ile Fransa, Akdeniz Birliği’ne yönlendirilmektedir. Böylece Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa’nın Hıristiyan devletlerinin katılımı ile kurulacak bir Akdeniz Birliği, İsrail’i Ortadoğu’nun Müslüman olan coğrafyasında yalnız kalmaktan kurtaracaktır. Eski Roma İmparatorluğu ya da Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi dünyanın merkezî iç denizi olan Akdeniz, kendi kıyısındaki ülkelerin bir araya gelmesiyle beraber bir büyük bölgesel birliğin iç denizi konumuna gelecektir. AB’nin Barselona Zirvesi’yle başlatmış olduğu Euromed girişimi ile beraber, İsrail ve Amerika’nın öncülüğünde yıllar önce düzenlenmiş olan Fas’taki Rabat Zirvesi, Akdeniz’in geleceğine yönelik projelerin ele alınarak tartışıldığı platformlar olmuştur. Bu doğrultuda, dünyanın geleceğinde bir AB ya da Büyük Ortadoğu Birliği gibi bölgesel birliktelikler değil, tıpkı eski Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bir Akdeniz Birliği yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Franga, Siyonist lobilerin desteği ile böylesine bir birlikteliğe soyunurken İsrail’i kendisine baş ortak olarak seçmekte, Türkiye ve Kıbrıs’ı Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler olarak AB’nin dışına çıkarak, Akdeniz Birliği’nin gelecekteki müstakbel üye adayları konumuna getirmektedir. Bu çerçevede Kıbrıs gibi Türkiye de, kendi geleceğini artık Batı’da ya da Avrupa’da değil, ama güneyde ve Akdeniz’de arayacaktır.

Dünya konjonktürünün getirmiş olduğu bu yeni gelişmeye ne Türkiye ne de Kıbrıs hazırdır. Hâlâ eskiden kalma gündem konuları olan AB ve Türkiye ilişkilerinden meydana gelen siyasal sorunlar konuşulmakta ve tartışılmaktadır. Türkiye bitmiş olan AB gerçeğini kabul etmekte zorlanırken, hâlâ eski sorunları çözmek için çaba göstermekte, Kıbrıs ise bütün bir ada devleti olarak Avrupa’nın tam ve eşit üyesi olabilmenin yollarını aramaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bu doğrultuda hem Türkiye ve KKTC ile kavga etmekte, hem de AB çatısı altında uyumsuz üye rolünü oynamaktadır. Kıbrıs bugünkü hâli ile hem Türkiye hem de AB açısından sorun kaynağı olmaya devam etmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, bugünkü koşullar altında Kıbrıs, Avrupa’nın sorunsuz üyeleri gibi normal bir statüye sahip olamayacaktır.

Yeni dönemde Sarkozy aracılığı ile bir alternatif olarak gündeme getirilen Akdeniz Birliği konusu, hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın geleceğini daha fazla etkileyecektir. AB içinde sorunlar çözülemedikçe, taraflar çözülemeyen sorunları bir sonuca bağlayabilmek için Akdeniz Birliği çerçevesinde yeni yaklaşımlar geliştireceklerdir. Kıbrıs, tıpkı Girit, Sicilya, Sardinya, Korsika ve Balear adaları gibi bir Akdeniz adası olarak gelecekte muhtemel bir Akdeniz Birliği içerisinde kendiliğinden yer alacaktır. Diğer Akdeniz adaları ve Akdeniz’e kıyısı olan Akdeniz ülkeleriyle beraber Türkiye ve Kıbrıs, yeni bir tür birlikteliği bu kez AB yerine Akdeniz Birliği çatısı atında denemek zorunda kalabilirler. Bu nedenle her iki ülkenin yönetimlerinin böylesine muhtemel gelişmelere yönelik olarak hazırlıklar yapmasında bölge barışı açısından yarar bulunmaktadır. AB içerisinde çözülemeyen sorunlar, belki Akdeniz Birliği çerçevesinde daha olumlu sonuçlara bağlanabilir. Türkiye Kıbrıs ile olan ilişkilerini Avrupa ülkelerinin müdahalelerinin ötesinde daha olumlu düzeylere çıkarabilir.

Kıbrıs bir Akdeniz adası olduğu kadar Ortadoğu’nun karşı kıyısında yer aldığı için, merkezî coğrafyadaki gelişmelere de açık bir durumdadır. Doğu Akdeniz’in geleceği Ortadoğu ile beraber ele alınırsa o zaman aman Kıbrıs üzerinde Avrupa’dan daha çok Ortadoğu ve Akdeniz’deki gelişmeler etkili olacaktır. Yeni dönemde bu nedenle Kıbrıs sorunu daha hareketli ve çok yönlü bir seyir izleyecektir. Böylesine bir duruma hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hazırlıklı olmasında yarar vardır. İstenmeyen gelişmelere hazırlıksız yakalanmamak için, bu doğrultudaki çok yönlü gelişmelere hazırlıklı olmak zorunluluğu Kıbrıs’ta Türk dünyasını zorlamaktadır.

Yasal müdahale ve bizleri kurtarmak, işgal mi? "Prof. Dr. ATA ATUN" (Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN Akademisyen KKTC ııı. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı)

Yasal müdahale ve bizleri kurtarmak, işgal mi?
Prof. Dr. ATA ATUN

1796 yılında Ferros Rigas’ın koşullarını belirlediği ve Bizans İmparatorluğunun devamı olarak öngördüğü “Büyük Yunanistan İmparatorluğu”nun kurulmasını amaçlayan “Megali İdea” (Büyük Ülkü) doğrultusunda, Yunanistan’da görev başında olan Albaylar Cuntası, Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edilmesi (Enosis) hedefi ile 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’dan gönderdikleri subayların komutasındaki Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) desteği ile bir darbe gerçekleştirerek Makarios’u devirdiler. 17 Temmuz 1974 tarihinde de büyük bir cüretle BM Anlaşmalarını hiçe sayarak ve Türkiye ile İngiltere’nin garantör devlet statüsünü önemsemeyip, EOKA’cı tetikçi Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı atadılar ve “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni de ilan ettirdiler.

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin lağv edilmesi ve “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan edilmesinin ardından garantör devlet olan Türkiye, Anayasanın EK I, Madde 4 içeriğince kendisine, BM’ye akredite edilmiş Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının ve Uluslararası Hukukun verdiği yetkiye istinaden 20 Temmuz 1974 tarihinde, “1960 Kıbrıs Anayasasına göre kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyetinin tekrardan tesis edilmesi” amaçlı olarak askeri müdahalede bulundu.

Türk askerinin adaya ayak bastığı gün, aramızdaki bazı hayalperest Grekofillerin (Rum hayranları) “Rumlarla gül gibi geçiniyorduk, barış içinde yaşıyorduk” iddialarının aksine 1963 Aralık ayında başlayan Rumların silahlı saldırılarından beri Kıbrıs adasında kan gövdeyi götürmekteydi. Ben de Kıbrıs adasında adeta çağdaş bir köle hayatı yaşayan, dolaşım, yerleşim, iş kurma, mülk edinme ve çalışma hakkı olmayan Kıbrıslı Türklerden bir tanesi ve daha 1 yıl evvel terhis olmuş Mücahittim.

Kıbrıs Türklerini yok olmaktan kurtaran bu müdahaleden sonra Kıbrıs adası sulh ve sükuna kavuştu. O gün, bu gün tek bir Kıbrıslı Türk, yasa tanımaz ve kendilerini Kıbrıs adasının tartışmasız sahibi sanan Rumlar tarafından kalleşçe, kahpece, nedensiz ve çoğu zaman da pusuya düşürerek vurmak yöntemi ile şehit edilemedi.

1963 yılının 21 Aralık sabahı Kıbrıslı Rumların “Akritas Planı” uyarınca Kıbrıs adasını tümü ile ele geçirmek ve adayı Yunanistan’a bağlamak amaçlı Kıbrıslı Türklere karşı başlattıkları saldırılara Kıbrıslı Türkler teslim olmayıp, direnç gösterince saldırılar organize bir şekilde artmış ve ada sathına yayılmıştı. 1964 yılının bahar aylarında Rumlar, silah zoru ile devlet dairelerini ele geçirmişler, Türk memurları dairelerden öldürmek tehdidi ile kovmuşlar ve Rumları adanın tek egemeni yapmak hedefli Anayasada Türklerin kurucu ortaklık ve yönetim haklarını yok edecek olan 13 Anayasa maddesinin iptal edilmesini kabul etmeyen Kıbrıslı Türk Milletvekillerini de Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisinden silah zoru ile “Ya kabul edersiniz, ya da giremezsiniz” tehditleri ile uzaklaştırmışlardı.

Temsilciler Meclisinin tek hakimi konumuna gelen Makarios Hükümeti, Lefkoşa Mahkemesinde bilinçli olarak aldırdığı bir karar sonrasında “Gereklilik Doktrini”ni ilan ederek, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı bir biçimde Kıbrıslı Türk Milletvekillerinin onayı ve “Evet” oyları olmadan Anayasayı tek taraflı olarak değiştirerek, kendince yasal bir şekilde Kıbrıs adasının tek hakimi ve yöneticisi oldu. Daha doğrusu Türkiye yok farz ederek, kendini adanın kralı addetti.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde aldığı 186 numaralı karar ile adada toplumlararası süren çatışmaları önlemek için BM Barış Gücünün gönderilmesini onaylarken, yoruma açık kelime oyunu ile de Makarios Hükümetini adanın yasal ve uluslararası tanınan hükümeti statüsüne yükseltmesi, adada yaşanan felaketlerin başlangıcı oldu.

BM tarafından yasal Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti statüsüne kavuşan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) yaptığı ilk icraat, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na göre Rum Milli Muhafız Ordusu’nu kurmak ve Yunanistan Hükümetinden de askeri takviye istemek oldu. Yunanistan’dan gönderilen Komando Tümeni’nin desteği ile GKRY önemli Türk yerleşim yerlerini ele geçirmek planlarını yaptı ve 6 Ağustos 1964 tarihinde Erenköy’e, 15 Kasım 1967 tarihinde de Geçitkale-Boğaziçi köylerine saldırdı. Bu saldırılar sonunda yüzlerce Kıbrıslı Türkü şehit oldu ve yüzlercesi de yaralandı, sakat kaldı, malul oldu. Binlercesi de asırlardır yaşadıkları köy ve kasabalarından göç etmek zorunda bırakıldı. Saldırılara ilaveten GKRY, günümüzde AB’nin her koşulda öne sürdüğü “Dört Özgürlük” hakkını Kıbrıslı Türklerin kullanmasını kısıtladı, buna ilaveten de ağır bir ekonomik bir ambargoyu uygulamaya koyarak Kıbrıslı Türklere 38 hayati malın satışını da yasakladı. Bu yasaklı malların içinde en önemlisi de yeni doğan Türk çocuklarının yaşamaması ve açlıktan ölmesi hedefli “Çocuk maması ve sütü”nün Türklere satılmama kararıydı.

Türkiye’nin politik baskısı ve müdahalesi sonrasında Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklere karşı sürdürdükleri organize saldırıları azaltmak zorunda kaldılar ve ilk toplumlararası barış müzakeresi de 1968 yılında Beyrut’ta gerçekleştirildi. Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides ve Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş arasında başlayan barış müzakereleri 1972 yılında anlaşma aşamasına gelmesine rağmen, Rum lider Makarios’un şövenist davranışları ve “Kıbrıslı Türklerin muhtar seçilmelerini bile kabul etmem” sözleri sonrasında son bularak çöpe atıldı. Türklere karşı uygulanan soykırım da hız kazandı.

16 Ağustos 1974’de Türkiye’nin askeri müdahalesinin son bulması sonrasında Viyana’da Kıbrıs adasında silahlı çatışmaları önlemek ve “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tekrar tesis etmek amaçlı müzakereler başladı. Müzakereler nüfus mübadelesi ve Kıbrıslı Türklerle Rumların yaşayacakları bölgelerin sınırlarının tespit edilmesi ile son buldu. Türkler topluca kuzeye, Rumlar topluca güneye, kendilerince güvenli saydıkları bölgelere göç ettiler ve adada son 11 yıldır yaşanan silahlı çatışmalar ve göç son buldu.

“Türkiye işgalci değildir”
Türkiye Cumhuriyeti, Rumların iddia ettikleri gibi hiçbir koşulda Kıbrıs adasında “İşgalci ve istilacı” konumda değildir.

Türkiye Cumhuriyeti, Anayasanın EK I, Madde 4’üne göre garantörlerle birlikte veya tek başına müdahale ederek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tekrardan tesis etmekle yükümlü olması nedeni ile 20 Temmuz 1974 tarihinde garantör devlet olarak adaya müdahale etmiş, Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin lağvedilmesini sağlamış ve müzakereleri başlatmıştır. Aradan geçen 44 yıl içerisinde Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin tüm barışçıl girişimlerine rağmen Rumların, Türklerin kurucu ortak oldukları 1960 Kıbrıs Cumhuriyetine geri dönmek istemeyişleri nedeni ile müzakereler halen sürmekte olup, Garantör olan Türkiye’nin adadaki varlığı da devam etmektedir.

Kurulması için müzakerelerin 41 yıldır sürdürüldüğü, “Yeni Kıbrıs Devleti”nde, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda olduğu gibi, Türkiye’nin garantörlüğü ve gerektiği zaman müdahale hakkı desteğinde Kıbrıslı Türklerin kurucu ve eşit ortak olarak yer alacağı güne değin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs adasındaki varlığı, BM’nin akredite ettiği 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının amir maddelerine göre devam edecektir.

20 Temmuz 1974’te gerçekleşen Mutlu Barış Harekatının 44. yılında Kıbrıslı Türklerin Barış ve Özgürlük Bayramı’nı içtenlikle kutlarım. Barış Harekatına değin yaşadığımız acımasız soykırımdan sonra, Türkiye’mizin sayesinde kendimizin egemen olduğu topraklar üzerinde özgür olarak, son bir asırdır yaşamadığımız gerçek bir bayram hayatı sürdürmekteyiz. Bu uğurda canlarını seve seve vermekten kaçınmamış şehitlerimizi rahmetle anar, gazilerimize uzun ömürler dilerim.

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen

KKTC ııı. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1

16 Temmuz 2018 Pazartesi

BERLİN DE HAKİMLER VARDI?.. "Yalçın KOÇAK // 18. Dönem Sakarya Milletvekili" -Almanya'nın kötü bir tarafı yine sahnede yanlı ve yanlış pis kokularıyla bir hukuk katli ortada.


BERLİN DE HAKİMLER VARDI?
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili 

Almanya'nın kötü bir tarafı yine sahnede yanlı ve yanlış pis kokularıyla bir hukuk katli ortada.

Bu konu bunların zihin derinliklerinde ki arızadır. Alman savcı Julius Hermann v. Krichmann; siyasi cereyanların hukukun içine müdahalesine karşı duran, eza, eziyet gören, karısının tuttuğu karasabanı boynunda iple çeken ama boyun bükmeyen; Alman hukukunu yerden yere vuran bir hukuk adamıdır. Alman hukukuna güvenilmeyeceğini hukuk tarihine kazıyan adamdır. ilim olmak bakımından hukukun değersizliğini tarihe nakşeden adamdır.1870

Almanyada ki Nazi hortlaması cinayetler ve kundaklamalar vede Alman hukukunun suçluları kayırıcı, neredeyse kurbanları suçlu çıķaracak garabet kararları vicdanlarımızı yaralıyor.

NSU-Yapılanması beş yılı aşkın 400’den fazla duruşma sonunda maskaralığa dönüşerek son buldu. Daha önce, NSU davasınin Beate Zschäpe adlı zanlısı kapsamlı itiraf sözü de maalesef tıraş köpüğü gibi patladı. Zschäpe mahkeme önünde bütün suçu 4 Kasım 2011’de Eisenach kentinde esrarengiz şekilde intahar ettikleri söylenen NSU zanlıları Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos’un üzerine yıktı. Geçmişte Alman ceza evleriinde Baider-Meinhoff terör örgütü üyelerinin sözde toplu intihar tertipleri ve bu günde NSU davasına getirilen 120 yıllık yasak akla şu soruyu getiriyor?.

Yaptıklarından emin olan bir hukuk devleti dosyalara 120 yıllık gizlilik kararı getirir mi? Hessen Eyaleti Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın hazırlanan NSU raporuna 2134 yılına kadar gizlidir ibaresi sarsılmış olan Alman hukukuna güvenin tamamıyla dibe vurmasına vesile olmuştur.

120 yıl gizlilik neyi gizlemek için?

Bununla birlikte en az bir cinayette iç istihbarat kurumu olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın bir çalışanının bir aktif ajanının – ne tesadüftür ki – olay yerinde bulunduğu ama hiçbir şeyden haberinin olmadığı da söylendi.

NSU’nun bilindiği kadarıyla son kurbanlarından Halit Yozgat'ın Hessen’de katledildiği sırada olay yerinde bulunan Alman ajan Andreas Temme'nin ilişkileri ve arkası sorgulanmalı?? Diyor Fatih Baş kardeşimiz.

Çözüm, Bizde diyoruz ki; Zebunkuş Avrupalının bildiği dilden konuşulmalıdır?

İngiltere'de müslüman olmuş ve bize çok yakın gazeteciler var bu arkadaşlar daha önce Afganistan'da kalmışlar cesur ve sorgulama konularında Almanyayı Avrupalı kimlikleriyle köşeye sıkıştırırlar İngiliz gazeteci olarak Türkiye'nin yükünü hafifletirler.

Avrupa parlamentosu içinde Almanya karşıtı vekillerden bu işe destek verenler illaki bulunur. Var da.!

Bilhassa güney ülkeleri sosyalist parti üyeleri .İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz organize edilir. Yeni kabinenin hükümetin bu konularda duyarlığı olması lazım. Bu işler monşerlerin değil, milleti has evlatlarının işidır. Devletin parasıyla değil, sivil oluşumların yükü sırtlamasıyla başarılı olunulur.

Eskilerden kalan İstanbul kulak uğultularından bir tanesi; Taksimde düşen her ağaç yaprağından illaki Almanların haberi vardır. NSU davası Almanları, Avrupa hukukunda köşeye sıkıştıracak şekilde ele alınmalıdır. Kanlı 1 mayıs mitingi, gezi hadiseleri ve 17/25 Aralık tertipleri, 15 Temmuz kanayan yaramız ve 120 yıllık yasak ile derin dondurucuya konmuş Turk-Alman ilişkileri. Bu göz ile bakarsak meseleyi daha iyi okuruz, belki yeni bir politka sahneye koyarız. Yenilenmiş bir millet demokrasisi var, güveni tavanda bir hükümet başkanlık kabinesi olarak var, arada sızıntı ihanetler ve mazeretler kalktı. Tarih bir bilim degildir, iyi okunması gereken geçmiş zamandır. Mazi'yi bilmeden, Ati'yi kuramazsınız.

Almanların da bir Dreyfüs'ü vardı, adı Savcı Ķrichmann'dı...

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Prof. Dr. Kaboğlu: "Ne olduğu belli olmayan bir rejim, bir kişi için yapılan bir anayasa. Çünkü anayasa değişikliğinin yürürlüğe girişinden itibaren, en çok gündeme gelen ve değişiklik yaratan 2 konu, Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun yeniden yapılanması ve Sayın Cumhurbaşkanı'nın cumhurbaşkanlığı sıfatıyla parti başkanı olması."

Prof. Dr. Kaboğlu: "Ne olduğu belli olmayan bir rejim, bir kişi için yapılan bir anayasa"
(Haber: Yavuz Oğhan-31.05.2017-tr.sputniknews.com) Bİ'DE BUNU DİNLE..
Cumhurbaşkanının genel başkan seçilmesinden sonra, ilk kez partinin grup toplantısında hem cumhurbaşkanı hem parti başkanı sıfatıyla konuşmasını Bidebunudinle'de değerlendiren Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu "Giderek kişinin kendi eğilim ve beklentileri doğrultusunda biçimlendireceği bir parti ve devlet yapılanmasına doğru yol alacağız" dedi.
YASİN BÜLBÜL/CUMHURBAŞKANLIĞI
Erdoğan: AK Parti devrimci bir partidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'ye üye olup, genel başkan seçildikten sonra ilk kez, AK Parti'nin grup toplantısında Genel Başkan sıfatıyla konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın cumhurbaşkanı sıfatıyla, AK Parti'nin Genel Başkanı olması tartışmalara yol açarken, bu durumu hukuksal açıdan değerlendiren anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, "Ne olduğu belli olmayan bir rejim ve yönetim. Demokratik devletlerde parti ve kişinin devlette içice geçtiği bir başka uygulamayı bilmiyorum. Öyle anlaşılıyor ki, giderek kişinin kendi eğilim ve beklentileri doğrultusunda biçimlendireceği bir parti ve devlet yapılanmasına doğru yol alacağız" diye belirtti.
Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu
Yeni anayasa değişikliğiyle 'partili cumhurbaşkanlığına' gidilmesini RS FM'de Yavuz Oğhan'dan Bidebunudinle'de yorumlayan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, "16 Nisan öncesi yani 6771 sayılı anayasayı değiştiren kanun tartışması sırasında bu anayasanın devlet anayasasından ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'ndan çok, bir kişi anayasasına benzediğine dikkat çekiyorduk. Bir kişi için yapılan anayasaya görüşü, esasen 16 Nisan'dan sonra teyit edildi. Çünkü anayasa değişikliğinin yürürlüğe girişinden itibaren, en çok gündeme gelen ve değişiklik yaratan 2 konu, Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun yeniden yapılanması ve Sayın Cumhurbaşkanı'nın cumhurbaşkanlığı sıfatıyla parti başkanı olması. Dolayısıyla bunu görmek. lazım bu anayasa değişikliğinin ne için yapıldığı sorunun yanıtında öne çıkan, öncelik olarak bir kişinin beklentilerine yanıt verilmesidir. Çünkü bunu vurgulamazsak yapacağımız diğer anayasal değerlendirmelerde hep bir boşluklarla karşılaşırız. Bu rejim daha çok bir tür kişi parti devleti olacak" değerlendirmesinde bulundu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın A takımı belli oldu.
'NİYET OKUMAYLA YAPTIRIM UYGULAR HALE GELDİK, HUKUK NİYETLE UĞRAŞMAZ BU HUKUKUN SIFIRLANMA EŞİDİR'
Türkiye'de demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü konularında şikayetlerin artmasını ve Freedom House'un Freedom in the World 2017 raporunda Türkiye'nin özgürlüklerde gerilemesini değerlendiren İbrahim Kaboğlu, "Bu rapor, Türkiye'de yaşananların dışarıdan bir bakışla da teyit edildiği anlamına geliyor. Türkiye'de yaşanan geniş ve yaygın, hak ve özgürlük ihlallerine tanık oluyoruz ve yaşıyoruz. Bunun bedelini ödüyoruz. OHAL durumun vahametini arttırmış bulunuyor. Giderek artan ihlaller zincirinde dibe vurmaya doğru gidişe işaret ediyor. Artık kişilerin yorum yoluyla yazdıklarına, attıkları başlıklara, söylediklerine veya söylemediklerine niyet okumayla yaptırım uygular hale geldik. Hukuk niyetle uğraşmaz. Hukuk objektif olanla, var olanla, görülenle,somut şeyle ve sonuç ile uğraşır. Benim için son derece kaygı verici olan husus şudur; ifade, eylem ve düşünce alanını da geçtik, niyet ve kanaat okuma eşiği, hukukun sıfırlanma eşiğidir. Bu ciddiyetle üzerinde durulması gereken durum ve eşiktir" şeklinde ifade etti.

Yeni HSYK, 7 Haziran'da işbaşı yapacak.
'TÜRKİYE'NİN SÜRÜKLENDİĞİ SÜREÇ ANAYASAL KAOSTUR'
Yeni çıkan 15 Temmuz Anayasa'sı adlı kitabı hakkında da bilgi veren ve kitabında yer verdiği konular hakkında genel değerlendirmede bulunan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, "Türkiye'nin sürüklendiği süreç, anayasal kaostur. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın partiye üye olmasından sonraki işlem ve eylemleri denetleyecek mekanizma yok. Referandumda kıl payı alındı. YSK'nın gerçekleri yansıttığını ve 'evet'in hukuken alındığını varsayalım. Ama onca baskıya ve bütün devlet organlarının seferber edilmiş olmasına rağmen, evet oyu yüzde 51 ile alındı. Bu plebisiter bir referandumdur ve esasen halka anayasal bilginin iletilmediğinin halktan saklandığının göstergesidir. Eğer saklanmamış olsaydı, bilgilenme hakkı gerçekleşmiş olsaydı o zaman muhtemeldir ki 'hayır'lar yüzde 60'lara tırmanacaktı. Eğer Türkiye'nin deneyimlerinden hareketle, uzlaşmacı, katılımcı ve saydam bir yöntem ve biçimle, bütün toplum kesimlerinin tartışması ve katılımıyla hazırlanabilecek bir anayasa metni, 2019 Seçimleri'nde iktidar yarışında önemli bir kaldıraç görevi görebilir. Zaten kitabımın son bölümlerinde de tartıştığım hususlar bunlar" dedi.

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Global Ekonomik Sistem ile Milli Politikaların Çatışması "Ömer Emre Akcebe" 12 Haziran 2018 (Yayınlanmasını tavsiye eden ve BARAN Derisini Veren: Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN)


Global Ekonomik Sistem ile Milli Politikaların Çatışması
Ömer Emre Akcebe 
(12 Haziran 2018)

Dünya çapındaki işbirliği ve çatışma dengesinin altüst olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Senelerdir müttefik olan ülkelerin birbirinin gözünü oymaya hazırlandığı, buna karşılık yeni ittifakların da doğmadığı bir dönem bu… Küreselleşme süreci iflâs ettiği ve karşılıklı ekonomik bağımlılık üzerine bina edilen dünya düzeninin büyük gürültülerin eşliğinde yıkılması safhası olarak bu dönemi tanımlayabiliriz.

Bu gibi dönemlerde işbirliği manzarasının altından çatışma, çatışma manzarasının altından ise işbirliğinin çıkması kaçınılmazdır. Aslına bakacak olursanız, bu tip yıkım ve geçiş dönemlerinde cereyan eden hadiseleri analiz etmek, diğer dönemlere nisbetle güçtür. Farklı farklı planlarda cereyan eden hadiseler karşısında ülkelerin takındığı ikircikli tutum, yorumcunun tenakuzu gibi anlaşılmaya müsait bir ortam doğurur. Oysa ki aslında olan, memleketlerin bütün prensiplerini yitirmelerinden dolayı teferruatlara girildikçe nüansların birbirine karışmasından kaynaklanmaktadır. Hatta çoğu kere aynı hadisenin sathında muazzam bir işbirliği havası gözlemlenirken, biraz detaylara inildiğinde, iki ülkenin aslında birbirinin gözlerini oyduklarına bile şahitlik edilebilir.
Peki ne oldu da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılması ve Amerika’nın başı çektiği tek kutuplu dünya düzeninin kurulmasının üzerinden daha 30 sene bile geçmemişken, dünya siyaseti, beklenin aksine krizlere boğulmuş girift bir manzara doğuruverdi? Bu suâli cevaplamak için, bugünlerde dünya siyaset sahnesinde büyüyen hacmine nisbetle hâlen özgül ağırlığı bulunmayan Çin tecrübesine bakmakta fayda var.
Çin Tecrübesi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın geri kalanına dayatılmak istenen “demokrasi” ve “serbest piyasa ekonomisi”nden maksad, ABD ve Batı’nın merkezinde bulunduğu, karşılıklı iktisadî bağımlılıklara dayalı bir dünya düzeni inşa etmekti. Böylelikle asgarî maliyetle çatışmasızlık ortamı korunarak riskler en az seviyeye indirilebilecek ve eskiden olduğu gibi savaşlara dayalı sömürgeleştirme politikalarının yerini, serbest piyasa ekonomilerine yapılan yatırımlar alabilecekti. Batı’nın evvelâ kendi içinde denediği bu metod başarılı olunca, milletlerarası siyasetten doğan fırsatlar da değerlendirilerek, global bir ekonomik sistemin inşaına girişildi. İlk olarak Henry Kissinger’ın ortaya koyduğu plan dâhilinde, Çin, bu yeni dünya düzenine entegre edildi. 1972 senesinde Nixon’un Çin ziyareti, ardından her iki ülkenin karşılıklı olarak birbirini tanıması ve Deng Xiaoping’ın Washington ziyaretleriyle bu anlayış üzerine bina edilecek olan düzen iyiden iyiye şekillenmeye başladı. Deng, Çin ekonomisini bu yeni düzene uyumlu hâle getirmek adına özel mülkiyet, serbest girişim ile eksiksiz bir kapitalist ekonomiye dönüştürmede yardımcı olması için Batı’ya başvurdu. Yapılan değişiklikleri, Çin’i global ekonomik sistemin bir parçası kılmak adına Batı Avrupa ve Amerika’dan gelen yatırımlar takib etti. Bunun neticesi olarak da 1990’lara gelindiğinde Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir numaralı ticaret ortağı olarak belirdi.
Çin adına çok büyük hacimli bir büyümeden bahsedebiliriz; fakat unutulmaması gereken, yatırımcıların Amerika ve Avrupa menşeleri ve sistemin işleyişinin Amerikan dolarına endeksli olmasıydı.
Çin’in global ekonomik sisteme entegrasyonu, o dönem için Sovyet Rusya’dan tamamen tecrit edilmesi açısından siyasî mânâda da bir kazançtı. Ne var ki, ilerleyen süreçte, sadece üretici olmak suretiyle neredeyse Amerikan ekonomisiyle yarışır hâle gelen Çin ekonomisi, başlı başına bir problem olmaya başladı. Bilhassa 2008 global ekonomik krizi, üretici olan Çin ve Asya Kaplanları’nı, CumhurbaşkanıErdoğan’ın tabiriyle, teğet geçerken, yatırımcı ve tüketici pozisyonunda olan Batı ekonomilerini ise derinden sarstı. Bu krizin yaralarını sarmak, Amerika ve Batı Avrupa ekonomilerini altüst etmeye yetti. Bunun neticesinde siyasetçiler açısından global ekonomik sistem, artık bir düzen vesilesi olmaktan çıkarak adeta bir iç tehdide dönüştü.
Ve Kavga Başladı...
Düne kadar dünya düzenin üzerine inşa edilmeye çalışıldığı global ekonomik sistem, bu sürecin neticesinde, yani müntehasında dünya düzeni için kurucu değil bir tehdide döndü. Bu da tabiî olarak üretici vasfını yitirmemiş Batılı ülkelerin millî politikalarıyla, global ekonomik sistem arasında büyük bir çatışma doğurdu. Bir tarafta yeniden korumacı ekonomik politikalara dönerek ülkelerindeki ekonomik refahı korumak ve kalkındırmak isteyen siyasîler, diğer tarafta ise eskiden olduğu gibi global ekonomik sistemin nimetlerinden azamî derecede istifade eden global sermaye odakları arasında bir çatışma başladı. Düne kadar bu iki unsurun birbirini besleyici ve semirtici rolü de böylelikle sona ermiş oldu.
Kapitale Dayalı Kalkınmanın Sonu
Rönesans’la beraber “bütün değerlerin değer değişimi” yaşanmış ve o zamana kadar esas kıymet olarak kabul edilen toprak mülkiyetinin yerini kapital almıştı. Bugün içinde bulunduğumuz dönemde yaşanan çatışma, bu değerler sisteminin iflâsına da işaret ediyor olması bakımından mühimdir. Her ne kadar bu sayfalarda dolara dayalı düzenin korunması için yapılanlardan bahsediyorsak da, artık bu Amerikan devletinin meselesi olmaktan çıkmış, bu sistemden nemalanan büyük sermaye odaklarının meselesi hâline dönmüştür. Amerika açısından esas olan ise senelerce propagandası yapılan Amerikan Rüyası’nı ne bahasına olursa olsun yaşatmaktır ve dolara dayalı ekonomik sistem artık bu gayeye hizmet etmekten uzaktır.

Bir Bâtıl Hülya Peşinde Yahudi
Bu kadar paradan bahsedip de Yahudi’den bahsetmemek olmaz. Hani yazımızın başında demiştik ya, bu devirdeki ikili münasebetler satıhtan bakıldığında işbirliği gibi görünse de derinliğine ele alındığında birbirlerinin gözlerini oyuyorlar diye, işte Yahudi de aslında bu yeni düzende kendisini zirvede sandığı noktanın aksine, gözü oyulan konumunda bulunuyor. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Yahudi Devleti’nin başkenti olarak Kudüs’ü tanıması ilk bakışta rahatsız edici geliyorsa da, artık anlaşılan odur ki, Amerika, bugüne kadar vermiş olduğu taahhütleri bir ân evvel yerine getirip Yahudi kamburundan kurtulmak maksadıyla hareket etmektedir. Bilhassa bu son Kudüs adımı da, pimi çekilmiş bir bombanın Yahudi’nin kucağına bırakılmasından farksızdır. Bugüne kadar Amerika’ya bağlı nefes borusuyla yaşamını idame ettiren ve bütün varlığını dünya düzeninin global ekonomik sistem üzerine kurgulanmasına dayayan Yahudi’nin Ortadoğu’daki günleri de artık sayılıdır.
Kırılma Noktası
Dünya çapındaki bu büyük kırılmanın vesilesi, ilk duyduğunuzda belki size garip gelecek ama 15 Temmuz’dur. 2008 de yaşanan kriz de önemli bir aktör olsa da, 15 Temmuz artık bu sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığı gözler önüne sermiştir.

FETÖ’nün, sapkın bir din ile tüm ideolojilerden arınmış vaziyette tıpkı Çin gibi Büyük Ortadoğu Projesi’yle Türkiye’yi global ekonomik sistemin bir unsuru hâline getirememiş olması, global ekonomik sisteme dayalı dünya düzeninin artık sürdürülemez olduğunun kabul edilmesinin başlıca vesilesi olmuştur. Bu bakımdan dünya çapında yeni bir Rönesans hamlesinin de Anadolu’dan başladığını rahatlıkla ifâde edebiliriz. Tabiî bu başlangıcın ne tarafa doğru kıvrılarak yoluna devam edeceği, bundan sonrasında yalnız bizim değil dünyanın da istikbâli açısından tayin edici bir rol oynayacaktır.
Değerlerin Değer Değişimi
“Bütün değerlerin değer değişimi.”, her medeniyetin en temel hususiyetidir. Kendisinden önceki kültürlerin bütün şekillerini yeniden biçimlendiren, onlara başka mânâlar atfeden, onları başka bir mânâda anlayan, değişik yollardan tatbik eden bir medeniyetin başlangıcıdır bu aynı zamanda...Nietzsche bu duruma “bütün değerlerin değer değişimi” der. Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm odası B-Yedi başta olmak üzere eserlerinde el atılmadık ve “Mutlak Fikir” ışığında yeniden tanımlamadık kavram bırakmayışının ehemmiyeti de anlaşılıyordur herhâlde.

İngiliz devrimi, böyle bir kültür değişiminin global çapta işaret fişeği olmuştur. Bu değişimin peşinden gelen değerler değişiminde, ferdî ve içtimâî şahsiyet faktörü geri plana itilmiş ve onun yerine her fikrin gerçekleştirilebilmek için “para” şekline sokulması gerektiği bir dönem başlamıştır. Bütün değerlerin değerini belirleyen faktörün para olduğu Batı kültürü; ahlâk, devlet, iktisat, hukuk ve eğitim gibi değerleri de değiştirmiştir tabiî...

Şimdi bize düşen rol, 15 Temmuz gecesi İngiliz Devrimine denk işaret fişeğinin aydınlığında, ahlâk, devlet, iktisat, hukuk ve eğitim gibi değerlerin, kavramların yeniden tanımlandığı yeni bir dünya görüşü ışığında, insan ve cemiyetlere şahsiyetlerinin iadesiyle beraber kendi medeniyetimizin yeniden ihyâsı olmalıdır.
***
Oswald Spengler’in, “ekonomik sistemin özel kuvvetleri” diye tanımladığı büyük servet sahibleriyle, korumacı ekonomik sisteme geri dönmeye çalışan siyasîler arasında dünya çapında bir hesaplaşmanın giderek yaklaştığı bugünleri fırsat bilerek, Mevlüt Koç’un tabiriyle, “Beklenmedik Olanın Gücü”ne dayanıp yeni dünya düzenini buradan başlatabiliriz. Yeter ki şu günübirlik kavgalardan başımızı kaldırılalım da, yeni bir gözle ufka, istikbâle bakmasını bilelim. Bunun kavramları da, anlayışı da, dünya görüşü de, düzeni de bizim elimizde hazır; eksik olan tek şey ise tüm bu planı icra edecek muktedir irade.
Baran Dergisi 595. Sayı