17 Ocak 2019 Perşembe

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi: Bir 2099 vizyonu [BİRGÜN.NET-06 Ocak 2019]

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi: Bir 2099 vizyonu 

Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir

BİLİN NEYAPTI – AKADEMİSYEN
Dünyanın ikinci milenyum itibarıyla vardığı iktisadi, siyasi ve sosyal çıkmazlar hemen herkesin malumu. Bu üçlü çıkmazın sürdürülmezliği, iktisadi ve siyasi gücü hızla artan bir azınlığın, geniş toplum kesimlerini keyiflerince, ve gitgide daha fazla, baskılaması şeklinde kendini gösteriyor. İşgücü piyasalarının esnek olmasıyla övünülen ABD’de, işçi örgütlenmelerinin sesi kısılmış da olsa eğitimli geniş kitlelerin finansal güce hükmeden azınlıkla gitgide artan varlık farkının yarattığı hoşnutsuzluk artık silah endüstrisi ve medya aracılığıyla yaratılan senaryolar yoluyla dahi susturulamaz vaziyette. Avrupa, siyasi gücünü iktisadi ve parasal birlikle pekiştirmek için çıktığı rotada ciddi şekilde tökezlemiş vaziyette.

Dünya güçlerinin Orta Doğu ve diğer stratejik konumda olan gelişmekte olan ülkelerdeki kaynakları bitmez tükenmez paylaşım savaşları, o ülkelerdeki insan hayatlarını hiçe saymakta. Savaş oyunlarını inceleyen bilimsel çalışmalarda, az gelişmiş ülkelerdeki sivil halkın uğradığı kayıpları sadece bilgisayar ekranında ‘esas hedef’ yanında bir başka renk olarak algılayan “bilim insanları”nın analizlerini yayınlayan bol atıflı dergiler, bilimin insan hayatından ayrışmasını normalleştirmekte…

İktisadi kalkınma, büyüme, adil bölüşüm ve etkin kurumsal değişim; kurumlar ise, kişilerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyerek beklentileri etkileyen oluşumlar olarak tarif edilebilir. 1970’ler sonrası istikrar ve sonra da büyüme konusunu araştıran yayınların baskın olduğu makro iktisat yazınında, bölüşüm ve kalkınma konuları yakın zamana kadar görece ihmal edildi. Diğer yandan, kalkınma için belirli kurumsal düzenlemelerin desteklenmesini savunan Washington Mutabakatı ise, etkinlik ve uygulanabilirlik açılarından zaafları nedeniyle, bilimsel literatürde saygınlığını gitgide yitirdi; kurumsal düzenlemelerin teşvik yoluyla ve her koşulda uygulanabilir ve etkin olmayacağı anlaşıldı.

Ancak, 1990’lara gelindiğinde, çok sayıda ülkede yaşanan yüksek enflasyonun yıkıcı iktisadi, sosyal ve siyasi etkilerinin üstesinden gelebilmek için para politikalarını şekillendirmek üzere tasarlanan kurumsal mekanizmaların genel kabul görmüş olduğunu da belirtmek gerekli. Para politikalarına dair kurumsal kazanımlar, enflasyon hedeflemesinin ve merkez bankası bağımsızlığının çok sayıda ülke tarafından uygulanmaya başlaması şeklinde kendini gösterdi. Peki, dünyadaki çoğu ülkede ve özellikle ülkemizde de, siyasi ve mali konularda aşılamayan bunca soruna çare olacak kurumsal düzenlemeler uygulamaya konmazken, neden en çok para politikaları alanında kurumsal gelişmeler kaydedilebildi? Bunu anlayabilmek için kurumların kime ne faydası olduğunu ve nasıl evirildiğini anlamak gerekli.

Büyük reformlar, hatta devrimler, genellikle geniş halk kesimlerine zarar veren büyük krizler ya da savaşlar sonucu hayata geçirebilmişlerdir. Geniş halk kesimlerini bir araya getirebilecek kadar büyük krizlerin olmadığı durumlarda ise, kurumsal değişimler ya güçlü iktisadi ve siyasi grupların devlet aygıtını kendi amaçları doğrultusunda etkilemesi, ya da – pek gerçekçi olmasa da, ideal olarak — çoğulcu bir devlet iradesinin zaman içinde evirilen toplumsal ve iktisadi yapıların kurumsal çerçevede gerektirdiklerini yerine getirmesi sonucu gerçekleşir. Yani, eğer büyük yıkımlar sonucu gerçekleşen reformları bir yana bırakırsak, çoğulcu bir devlet iradesinin olmadığı bir ülkede kurumlar, genellikle toplum genelinin evirilen ihtiyaçlarına göre değil, güçlü azınlıkların talepleri yönünde değişir.

Finans sektörü oyuncuları -ki bunun büyük kısmını bankalar oluşturmaktadır- organize olup taleplerini devlet aygıtına iletebilme olanakları (özellikle de oligopolistik piyasa yapısı ve teknolojiye erişim) açısından diğer sektörlere göre üstün konumdadırlar. Finans sektörünün bir diğer özelliği de, genellikle uzun dönemli kredi açıp kısa vadeli kaynak toplamaları nedeniyle net kreditör durumunda olmalarıdır ki, bu da beklentilere yansımayan enflasyon gerçekleşmesinden aşırı zarar görmelerine sebep olur. Büyüyen ve globalleşen ekonomiler ile birlikte hızla büyüyen ve güçlenen sektör olan finans sektörü, bu nedenlerle parasal istikrarı sağlayacak yasal kurumsal düzenlemeler yoluyla kendilerini korumaya alabilmişlerdir. Fiyat istikrarının reel ekonomiye etkileri de ‘ideal şartlar altında’ son derece olumludur, zira düşük enflasyon belirsizliğin de azalması ve kaynakların spekülatif kazançlar yerine gerçek yatırımlara yönelmesi için temel gerekliliktir; ancak, parasal istikrar yatırım ve kalkınma için yeterli değildir.

Büyük Resesyonun da sebebi olmuş olan, finansal türev araçların gelişmesiyle finansal varlıklardan varlık elde etme yöntemlerinin denetim ve gözetiminin yetersiz kalışı, bugün dünyada gitgide yaygınlaşan eşitsizliklerin ve iktisadi durgunluğun temel sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir. Ülkelerin yakın iktisadi tarihleri, “önce büyü sonra dağıt” teorisini geçersiz kılmış görünmektedir.

Finans teknolojilerinin azınlığın refahını artırmak için değil, reel sektörün ihtiyaçları ve toplum faydası doğrultusunda –siyasi etkilerden bağımsız— gelişimi için gerekli olan finansal denetim ve gözetim mekanizmalarıdır ki bunlar güçlü azınlığın karlılığını engelleyeceği için siyaseten desteklenmemektedir. 2008’deki Büyük Durgunluğun ve gelecekteki diğer olası finansal krizlerin, ana sebebi de budur. Bunlar ışığında, kısa vadeyi ve en çok finansal varlık sahibi güçlü azınlığı ilgilendiren kur-faiz-enflasyon ve bunların beklentileri konuları medyada ekonomi haberlerini orantısız biçimde işgal ederken, gelişmekte olan bir ülkede reel ekonominin ve istihdamın asıl odak noktasının ‘uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun ve bunların gerektirdiği kurumsal mekanizmaların eksikliği’ oluşu neredeyse göz ardı edilmektedir. Yanlış ekonomi politikalarında ve kurumsal yanlışlarda ısrarcı Türkiye gibi ülkeler hala fiyat istikrasızlığı ve reel sektörde vizyonsuzluk sarmalında debelenmekte ise, çözüm sosyal sermaye birikimi ve kurumsal gelişim odaklı olmalıdır.

BURADAN NEREYE GİDİLİR?
Yukarıda çizilen çerçeve, sürdürülemez iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar karşısında ülkelerin izleyebilecekleri farklı rotalara işaret etmekte. Hangi rotanın izleneceği, yaşanan durgunluğun geniş toplum kesimleri üzerinde artan yükünün siyasi iktidarlar tarafından ne kadar hafifletilebileceği, bu da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri yanı sıra, ülke içinde refah farklarının ne kadar kemikleşmiş çıkar grupları yaratmış olduğu ile ilgilidir. Mesela gelir dağılımının oldukça adil, ve sosyal mobilitenin de yüksek olduğu Finlandiya gibi bir ülkenin oldukça sürdürülebilir siyasi ve iktisadi rotada olduğu düşünülebilirken, geniş toplum kesimlerinin artan yoksunluklarına tepkileri karşısında daha baskıcı olmayı seçen diğer bazı ülkeler kaynak dağılımının düzelmesi için yapılması gereken mali reformları sadece erteleme yoluna gidecek, ancak tepkiler bastırılamaz hale gelince toplumda büyüyen talepleri karşılamak zorunda kalacaklardır. Yani, bu gitgide sürdürülemez gidişat karşısında devlet yönetimlerinin ikilemi, toplumun geneli için gerekli reformları bugün yapmakla yarına bırakmak şeklindedir; ikinci seçim, güçlü azınlığın yol açtığı kurumsal skleroz durumudur.

Demokratik toplumlarda hükümetler kısa süreli iken, toplumların varlığı süresizdir. Bu da devlet yönetimine gelenlerin çoklukla kısa süreli ve çoğulcu değil çoğunlukçu hedeflere yönelik politika gütmelerinin sebebidir. Bu çelişki aşılarak uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun etkinleşmesi, ancak kültürel bir altyapı üstüne inşa edilecek, genel kabul gören hukuki düzenlemelerle mümkün olabilir. Seçimleri ve partileri şekillendiren yasalar, toplumun sadece bir kesimini değil tümünü ilgilendirdiği için, nüfusun sadece “yüzde ellisi artı bir” gibi bir çoğunlukla değil, çok daha büyük bir çoğunluğun desteğini alabilecek şekilde düzenlenmez ise sürdürülebilir olması mümkün olmadığı gibi, toplumu kutuplaşma ve kaosa sürüklemesi beklenir. Oysa politik iktisat ve siyaset bilimcilerin anayasa ve seçim sistemleri üzerindeki bilimsel çalışmaları, uzun dönemde iktisadi, sosyal ve siyasi açılardan sürdürülebilir yasal düzenlemelere ışık tutmaktadır.

Dünya çapında ve özellikle de ülkelerin kendi içlerinde artan eşitsizliklere ek olarak, teknolojik gelişmelerin artan hızla işgücü piyasalarından uzaklaştırdığı geniş halk kitlelerinin gitgide karar alma mekanizmalarından da soyutlanması 2000’lerin bir gerçeği olarak görünmekte. Bu gidişatın sosyal sermayeye ve toplumsal refaha büyük zarar verdiği açıktır. Bu nedenle, 2000’lerde mutlaka gerçekleşeceği ve tüm dünya ülkelerine yayılacağı tahmin kolayca tahmin edilebilecek olgu, mali devrimdir! Bu devrim, çoğu ülkede gecikmiş ya da zaman içinde yıpratılmış olan toplumsal katılımcılığı ve ‘adil bölüşümü’ sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yasalaşarak hayata geçirilmesi şeklinde olacaktır.

Siyasi kurumların kapsayıcılığının ve kalkınmanın en önemli göstergelerinden biri sosyal mobilitedir, ki bu ancak kaliteli bilimsel eğitimin saf kamu malı olmasıyla mümkündür. Eşitliği önceleyen mali politikaları sağlayacak kurumsal reformların ‘devrim’ niteliği dünya üzerinde bu tür uygulamaların yaygınlaşması şeklinde olacaktır düşüncesindeyim. Bu vizyonu hayata geçirecek mali devrimlerin güçlü azınlıklara yol açacağı ‘yaratıcı yıkım’ maliyeti, insanlık için edinilecek büyük kazanım yanında önemsiz kalacaktır. Sonuç olarak, adil dağıtımı sağlayacak kurumsal düzenlemelerin hayata bir an önce geçmesi, dünyayı biriken sorunlarla daha fazla yıpratmadan, insanca yaşam için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bunun için gerekli irade, henüz tam mobilize olamamış %99’da mevcuttur.

15 Ocak 2019 Salı

2019; 100. yılında yeniden millî mücadele.. "Tuncay MOLLAVEİSOĞLU" (Yeniçağ Gazetesi-02 Ocak 2019) -Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi ÖZEL SEÇİM VE ÖZEL YAYIN, 15 Ocak 2019-ANKARA

2019; 100. yılında yeniden millî mücadele..

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU
Yeniçağ Gazetesi-02 Ocak 2019
tuncaytm@gmail.com

Türkiye ağır ekonomik, siyasal, sosyal sorunlarla 2019 yılına girdi...
Sorunlar büyük ancak çözümsüz değil... Türkiye'nin kuruluş felsefesi, kurtuluş ve kuruluş destanı yaklaşık bir insan ömrü mesafeden bize yol gösteriyor...
Hatırlayalım;
Sömürgeci "yenilmez" ülkelerin vatanımızı işgaline karşı bir avuç cesur yürek, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk Kurtuluş Savaşı'nın ateşini 100 yıl önce yakmıştı.
Eşi olmayan bir mücadele ile cephelerde kazanılan zaferi büyük Atatürk, Cumhuriyet ile taçlandırmış, çağının ötesinde bir ulus ve ülke inşa etmeyi başarmıştı.
Atatürk'ün tek bir devrimi bile bir insanın ölümsüz olması, tarihe geçmesi için yeterliydi...
Destansı cephe savaşları ve ardından gelen cehaletle savaş...
*
Lütfen gözlerinizi kapatıp düşünün... Sadece 19 yılda Atatürk ne yapmış?
* Çöken bir İmparatorluğun en geri bırakılmış, en yoksul vatan evlatları ile verilen kurtuluş mücadelesini kazanmış,
* memleketin dört bir yanında dünyanın süper gücü olan devletlerin ordularına tek tek boyun eğdirmiş,
* Türk devletlerinin sonu anlamına gelen, Türk Milleti'ni tarih sahnesinden silen Sevr anlaşmasını emperyalist devletlere yedirmiş ve yerine son Türk devletinin tapusu olan Lozan'ı imzalatmış,
* ülkeyi düşman postallarından temizlerken çağdaş uygar toplumun ve devletin temellerini atmış, cephede savaşırken TBMM'yi kurmuş,
* barışın ardından, ikinci büyük savaşı olan cehaletle mücadeleye başlamış; iğne ile oya örer gibi, çelikten ilmiklerle; eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sosyal yaşamda her biri dünyada eşi olmayan devrimleri gerçekleştirmiş,
* sıfırdan bir ülke kurmamış; dağılmış bir imparatorluğun tüm borçlarını, sorunlarını, geri kalmışlık yükünü de omuzlayarak, her alanda kangren olmuş bir çöküntüyü tedavi ederek ilerlemiş...
Atatürk'ü, silah arkadaşlarını ve aydınlanma savaşçılarını, yazmaya, anlatmaya sayfalar yetmez... Ben süreye dikkatinizi çekmek istiyorum. Sadece 19 yıl...
*
100 yıl önce memlekette lise okuyabilen kız öğrenci sayısı 230'du mesela!
100 yıl önce işçi sayısı 10'dan fazla olan yerli işyeri sayısı 15 bile değildi!
Ticaret, finans, sanayi, fabrikalar, madenler, demiryolları, limanlar... yabancılara aitti...
Atatürk bu topraklara ait olması gereken her şeyi millîleştirmiş, milletin emrine, hizmetine, işletmesine sunmuştur...
Sadece 19 yılda... Nazım'ın dizelerindeki gibi; "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen"kadınlarımız özgürleşmiş; Cumhuriyet kadınları sanatta, sporda, bilimde çığır açmıştır...
*
Millî mücadelenin 100. yılına girdik... 2019'u bu derin anlamı ile karşılamalı, yaşamalı ve ona göre hareket etmeliyiz...
Atatürk'ün mucizevi uygarlık savaşı ve ekonomik devrimleri "mirasyedi" iktidarlar tarafından her geçen yıl aşındırıldı...
İleri gitmek; cesaret, azim, kararlılık gerektirir... Siyasetçiler kolay olanı tercih ettiler! Dış destekli karşı devrimin kölesi oldular...
Seçim kazanmanın, sandıktan çıkmanın "gericileşmekle", "lümpenleşmekle" mümkün olduğuna kendilerini inandırdılar...
Lümpen kadrolar, cahil cesareti ile siyasi makamları; belediyelerden, bakanlıklara kadar ele geçirdiler... Bu ülkenin aydınlık insanları yalnızca izlemekle yetindi... Siyaset bataklıktı ve çamura bulaşmak istemediler!
Oysa kötülüğün zaferi; iyilerin yalnızca seyirci kalması ile mümkün olabilir...
Ekonomik ve askerî darbeler aydınlanmacı kadroları dağıttı. Sömürgeciler; sağcı-solcu, ulusalcı-milliyetçi, Alevi-Sünni diyerek toplumu mikronlarına ayırdı.
AKP iktidarı bu ülkenin en büyük harcı olan Atatürk sevgisi ve kurucu felsefenin üzerine beton dökmeye kalktı! Cemaatler hortladı... En öne çıkanı darbe ile memleketi ele geçirmeye çalıştı.
*
AKP 16 yıldır kesintisiz şekilde iktidarda... CHP'de genel başkanlık ortalama süresi de 10 yıldan başlıyor...
Bu uzun sürelerde neler yapılabilirdi? Atatürk Türkiyesi'ni yaşatmak ve daha ileriye taşımak görevini üstlenen siyasi kadrolar görevlerini ne derece yerine getirebildi?
Önlerine çıkan engeller nelerdi? Neden başarısız oldular?
Atatürk'ün 19 yılda yaptıklarına bakıldığında 10 yıllık, 15 yıllık süreler bu ülkenin yoksul, yoksun çocukları için büyük kayıp yılları değil mi?
Halk sadece güvenmek istiyor... liderin ne namaz kılması, ne şarap içmesi... sadece güven...
2019'da bu güveni verecek kadrolar öne çıkmalı, Atatürk gibi düşünüp, Atatürk gibi mücadele etmeli...
Kıskaca alınmış Türkiye BOP'a sürüklenirken, hiçbir bahane başarının yerini tutmayacak...

19 Kasım 2018 Pazartesi

DESAM: Türk Halkının Kitap Okumamasının Nedeni: "Yeterli Rol Model Kişiliklerin Eksikliğidir!" (‘Türk Halkının Kitapla İmtihanı!”) AR-GE RAPORU

Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM; Genel Başkan GÜRKAN AVCI) Türk halkının kitap okuma alışkanlığını masaya yatırdı.

Türk Halkının Kitap Okumamasının Nedeni: "Yeterli Rol Model Kişiliklerin Eksikliğidir!"

DESAM’ın ‘Türk Halkının Kitapla İmtihanı!” adlı Ar-Ge raporuna göre Dünya’da en fazla kitap okuyan ülkelerin başında, yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere var. Ardından, yüzde 14 ile Japonya geliyor. ABD'de bu oran yüzde 12, İspanya'da yüzde 9. Türkiye'de ise, oran yüzde 0,1.

Birleşmiş Milletler UNESCO örgütü verilerine göre okuma alışkanlığında, dünyada 86. Sıradayız. Türkiye’de kitap okuyanların yüzde 45'i aşk, yüzde 43'ü din (namaz hocası-dua kitapları), yüzde 12’si masal, fıkra, siyaset, kişisel gelişim kitapları okuyor.

Uluslararası Yayıncılar Birliği verilerine göre Dünyada kişi başına kitap harcaması 1.3 dolarken, Türkiye'de ise bu rakam 25 sent... Çocuklara kitap hediye edilmesi sıralamasında Türkiye Dünya’da 140. sırada.

Türkiye, 2 milyar 100 milyon doları aşan kitap endüstrisi hacmiyle dünya sıralamasında 11'inci fakat Türk halkı kitap okuma oranında dünyada yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TÜİK’e göre ise Türkiye'de kitap, ihtiyaç listesinin 235'inci sırasında yer alıyor.

Türk halkı günde 6 saat televizyon izliyor, günde 4 saat internete giriyor fakat kitap okumaya ancak 6 dakika vakit ayırıyor.

Ayda cep telefonu ve iletişim masraflarına 173 lira ayıran 4 kişilik bir Türk ailesi kitaba ise yılda sadece 5,5 lira ayırıyor.

Türkiye’de cafe, kahvehane, bistro, internet kafeler ve cep telefonu satış ofisleri ve bayilerinin sayısı çığ gibi artarken kütüphaneler sinek avlıyor.

Türkiye’de en çok kitap okuma oranıyla Ankara birinci sırada yer alırken Urfa sonuncu sırada yer alıyor.

Raporla ilgili ön değerlendirmelerde bulunan DESAM Başkanı Gürkan Avcı, “Bu rakamlar Türkiye’ye yakışmıyor. Çocuklara mutlaka kitap okuma alışkanlığının kazandırılması gerekiyor. Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk’un biran önce kitap okuma ve okutma perspektifli vizyon politikası hazırlaması gerekir” dedi.

Avcı, “Türkiye'de kitap okunmuyor deniliyor. Elbette, istenen durumda değil, ideal durumda hiç değil, yapısal pek çok sorun var. Ama okunmasa bu kadar kitap üretimi nasıl olabilir? Üretim artıyor sonuçta. Bundan 40 – 50 sene önce Türkiye için okur -yazar olmak önemliydi. Ancak günümüzde sadece okur-yazar olmak değil, okumak ve yazmak gerekiyor. Bu Türkiye’nin önüne koyduğu hedefler doğrultusunda gelişim ve değişimi için zorunlu olduğu gibi çağdaş, güçlü ve saygın bir ülke olması için de şarttır.” dedi.

KİTAP OKUMAK TÜRKİYE’Yİ GÜZELLEŞTİRİR
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hamiliği ve nezaretinde; Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Bakanlıklarının ortak politikasıyla başta gençler ve çocuklar olmak üzere tüm halkın gün içerisinde 10 sayfa kitap okuması gibi bir hedefi yakalamasının Türk halkında yaratacağı kültürel gelişim ve değişimi hiçbir politik uygulamanın gerçekleştiremeyeceğini ifade eden Avcı, “Günde 10 sayfa kitap okuyan biri, yılda 3650 sayfa, ayda 300 sayfalık bir kitap okumuş olur. Ayda bir kitap okuyan bir insanın yaşadığı zihinsel, kültürel değişimi hiçbir reform politikası sağlayamaz” dedi.

TÜRKİYE E- KÜTÜPHANE ve E-KİTAP’DA GÜZEL ÇALIŞMALAR YAPMAYA BAŞLADI
Türkiye'de kitap okunmamasının yapısal nedenleri olduğunu belirterek, okul öncesi dönemden üniversite eğitiminin sonrasına kadar kitap okumanın stratejik bir konu olarak ele alınması gerektiğini kaydeden Avcı, “Türkiye'de ilgili bakanlık ve kurumların kitap okutma stratejilerinin olmadığını, kitapların halen yeterince e-kitap haline getirilemediğini, oysaki çağımızda kitabın, okurun evine, otomobiline, ayağına kadar götürülmesi gerektiğini belirterek "Günümüzde otomobilde, yolculukta, tatilde kitap okumanın önü açılmalıdır. Bunun için sesli kitaplar da yapılmalıdır. Özellikle gençliğe farklı bir stratejiyle kitap okuma alışkanlığı kazandırmalıyız.Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy ve Gençlik-Spor Bakanı Osman Aşkın Bak’ın Türk halkının kitaplarla ve okuma alışkanlığı ile ilişkisi hakkındaki yüksek farkındalıklarının ve vizyonlarının bir şans olarak görülmesi ve bu fırsattan istifade edilmesi gerektiğine inanıyorum.” dedi.

KİTAP OKUMA KONUSU TÜRKİYE İÇİN HAYATİ ÖNEMDE BİR SORUNDUR
Avcı, çocuk ve gençlere kitap sevgisi ve kitap okuma kültürü kazandırmak için şunları söyledi; “Çocuklarınıza ve sevdiklerinize vereceğiniz hediye ve ödül listenizin en başında mutlaka kitaplar olsun. Evimizde mutlaka bir kütüphane yahut kitap köşesi bulunsun. Televizyon izleme veya dizi, film seyretme saatlerimiz olduğu gibi muhakkak kitap okuma saatleri de oluşturalım. AVM ve çarşılara gittiğimizde kitapçılara da uğrayalım ve alışveriş listemizde yiyecek içeceklerin yanında kitapta bulunsun. Bu arada mahkemelerimizin kimi para cezalarını kitap okuma cezasına çeviren örnek uygulamalarını artırması gerektiğini de hatırlatmak istiyorum.

Türk halkının kitap okumaya dönük isteksizliğinin arkasında siyaset ve siyasetçilerin yarattığı atmosferinde etkisi vardır muhakkak. Televizyon dizi ve yarışmalarının okuyana, yazana karşı bir öfkesi var. Çocuklar rol model olarak anne-babalarını örnek alır. Anne-babanın dediğini değil yaptığını örnek alır. Anne-babalar televizyon seyrederken ve telefonuyla ilgilenirken çocuğuna kitap okumasını tavsiye ederse bunun hiçbir etkisi olmaz. Çocuklarımıza kitapları sevdirmek ve okuma alışkanlığı kazandırmanız için önce anne-babaların okuması ve eve bir kütüphane kurması gerekiyor” dedi.

9 Kasım 2018 Cuma

Yılmaz Özdil’in MUSTAFA KEMAL Kitabı Hakkındaki Eleştiriler! Hayret! Hayret-i uzmâ! Dicle Eroğul, Feza Tiryaki, İlk Kurşun "Atatürk’ü tanımak/tanıtmak kolay değildir. En az yüz insan/en az bin yazılmış eseri yapbozun parçaları olarak düşünün. Ciddiyetle araştırmadan, yapbozlar birleştirilmeden Atatürk görülemez."

YILMAZ ÖZDİL’in MUSTAFA KEMAL
KİTABI HAKKINDAKİ ELEŞTİRİLER!

HayretHayret-i uzmâ!
Dicle Eroğul

Yılmaz Özdil'in büyük bir reklam kampanyasıyla piyasaya sunulan “Mustafa Kemal” adlı kitabını okuyup bitirdiğimde, kulağımda Atatürk'ün şu sözleri çınlıyordu:
“HayretHayret-i uzmâBu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir; görülüyor ki, fikirlerim ve duygularım, beni milletime tanıtma iddiasında bulunanlar tarafından zerre kadar anlaşılmış değildir…”
Gerçekten de Yılmaz Özdil, “sahici, gerçek Mustafa Kemal'i” anlatıyor olduğu iddiasıyla kitabını tanıtıyor; “insan olarak hayat hikayesini yazdım” diyordu. Kitabının başına da Atatürk'ün aşağıdaki sözünü koymuştu.
Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir.”
Oysa kitabı okudukça deli kızın çeyiz bohçasına dönmüş bir içerikle karşılaşıyorsunuz. Kitapta ilerledikçe yanlışlar, abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, fotoğraflar belirmeye başlıyor. Bir de dayanaksız iddialar, yakıştırmalar var ki bunlara “bilgi” demek bilgiyi aşağılamak olur. Kitap deli kızın çeyiz bohçasından saatli bombaya ya da zehir çanağına dönüşmeye başlıyor. Bittiğinde kitabın bıraktığı izlenim, yazarının Atatürk'ün fikirlerini anlamaktan, duygularını hissetmekten çok çok uzakta olduğu. Dolayısıyla “Mustafa Kemal”in fikirlerini ve duygularını aktarması, yani O'nu anlatması zaten beklenemez.
Değerlendirme yazmadan önce Yılmaz Özdil'in, kitabını tanıttığı Uğur Dündar'ın Halk TV'deki 12 Ekim 2018 tarihli Halk Arenası programını izledim. Program bittiğinde yine Atatürk'ün sesi kulaklarımda:
Şaşarım şu zavallıların akl-ı perişanına! Bu perişan akıllarıyla beni milletime tanıtacaklarmış!”
Program süresince havada uçuşan iddialar çok büyüktü gerçekten. Kitap kuşaktan kuşağa miras olarak geçecek bir başyapıt, “Mustafa Kemal'in doğru öğrenilmesini” sağlayacak bir referans, kaynak kitap olarak tanıtılıyor ve  “Her yurtsever ailenin kütüphanesine, okuma yazmayı söken her öğrencimizin çantasına, umudumuz olarak dünyaya gelen her bebeğimizin kundağına Mustafa Kemal’in kitabını bırakacağız. Bunu bir proje olarak hazırladık. Servet harcanıyor. Asıl hedefimiz çocuklar.” deniyordu.
Yılmaz Özdil, daha da ileri giderek “Mustafa Kemal'in adını mücevher taşa yazacağını” bile söyledi. Oysa Türk milleti, Ulu Önderinin adını kalbine mıhlamıştı çoktan… Tarih bile kıskanıyordu  “Mustafa Kemal Atatürk” adını.
Kitabın adında “Atatürk” olmaması eleştirilerine karşı Özdil, “Atatürk” sonuç, “Mustafa Kemal” sebep diye perişan bir açıklama yaptı. Tarihe altın harflerle kazınmış bir ismi bölme hakkını kimden alıyor acaba? Kitabın kapağına koyduğu imzadan “Gazi” ünvanını kaldırıvermiş olması gibi fütursuzca, haddini aşan bir açıklama. Atatürk'ün imzalarını anlattığı bölümde kapaktaki imzanın aslını veriyor, kapakta “Gazi” ünvanını sansürlüyor. Bu nasıl bir hukuksuzluktur, nasıl bir saygısızlıktır! Bir kişinin imza bütünlüğünü bozma hakkını kendinde nasıl bulabilir insan! Üstelik te Atatürk'ün çok değer verdiği, O'na milletinin ve tarihin verdiği “Gazi” ünvanını sansürlemek, hangi sakat düşüncenin ürünüdür?
Arena programı Yılmaz Özdil'in şu sözleriyle son buldu:
“Bu milletin gençlerinin bunu mutlaka tanıması gerekiyor.”
“Mustafa Kemal'i tanıttığı” iddiasındaki BU kişinin, BU haddini aşan cümlesi hakkında yorum yapmaktansa; Atatürk'ün ağzından veya kaleminden çıkacak bir kelime üzerinde bile, hangi koşullarda olursa olsun, ne kadar büyük bir özenle ve hassasiyetle durduğunu hatırlatmak yerinde olur. Atatürk, hastalığının son aşamalarını yaşadığı o en acı günlerinde, Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'tan vasiyetini kaleme almasını ister. Vasiyet metni önüne geldiğinde, hasta yatağında düzeltmeler yapar. Yaptığı düzeltmelerden biri de, kardeşi ve evlat edindiği çocukları için kullanılan “ölünceye kadar” ibaresinin üzerini çizmek ve yerine “yaşadığı müddetçe” yazmak olur. Atatürk'ün, içinde bulunduğu ölümcül hastalık ortamında bile yaşamı ön plana alan karakterini ve insana olan saygısını en güzel anlatan hatıralardan biri olan bu anekdot, “Mustafa Kemal'i insan olarak tanıtma” iddiasındaki kitapta yer bulamamış. Atatürk'ün her türlü canlıya gösterdiği özeni anlatan, insan yönüyle ilgili böyle anlamlı birçok hatıra kaleme alınmıştır, bunların çoğu kitapta yer almamış. Bunun yerine daha ilk sayfadan “Kundaktayken sakin bir bebekti. Zübeyde'nin sütü az geliyordu.” cümlelerindeki gibi oldukça saçma içerikte, kaynağı belli olmayan söylentiler ve insanın tekrarlamaktan utanacağı birtakım özel ayrıntılar kitaba serpiştirilmiş.
Atatürk'ün Muhterem Annesi Zübeyde Hanım'a, kitap boyunca ön adıyla hitap edilmiş olması, duyarlı tüm okuyucuları rahatsız etmiştir eminim. Kimi efendi insanlar direksiyona geçince canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!
Kitabı değerlendirmeye dönersek;
Araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı'nın da uyardığı Atatürk'ün imzasıyla ilgili yanlış bilgi konusunda ayrıntıya girmeyeceğim; çok önemli olan bu husus, kitap hakkında yazılmış olan eleştirilerde(1)  yer almış bulunuyor. Kitaptaki tüm yanlış bilgilere değinmek zaten olanaksız. Ancak değinmeden geçemeyeceğim birkaç konu üzerinde durduktan sonra kitap hakkında genel bir değerlendirme yapacağım.
282. sayfada Atatürk'ün Nutuk'u “TBMM kürsüsünden” okuduğu belirtilmiş. Oysa ki Atatürk Nutuk'u, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 2. Büyük Kongresi'nde milletvekili, bürokrat, gazeteci, parti üyeleri ve birçok kişinin hazır bulunduğu bir ortamda okumuştur. Atatürk'ün bu kadar önem vermiş olduğu bir olayın hangi zeminde gerçekleştiği konusunda bile gösterilen bu özensizlik, kitabın geneline hakim olan bir özellik.
ZsaZsaGabor ile ilgili kitaptaki iğrenç iftiraların, Rıza Nur'un hezeyanlarının ürünü alçakça yalanların, “Bozkurt” isimli kitaptaki insafsızca karalamaların, uşak Cemal Granda'nın rezilce anlatımlarının sayfalar tutan bir içerikte kitapta yer alıyor olması hangi amaca hizmet etmektedir? Mustafa Kemal Atatürk, okundukça inciten bu insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanları tekrarlayarak mı “doğru” tanıtılacak çocuklara? Rahmetli Turgut Özakman olsaydı, “İnsaf!” derdi.
203. sayfada Latife Hanım'ın anlatıldığı bölümde; “Erkek egemen toplumun acımasız kuralı devreye girmişti. Bir boşanma yaşanıyorsa, mutlaka kadın suçluydu, erkek suçlu olamazdı! Hele ki bu erkek Mustafa Kemal'se kadının hiç şansı yoktu.” diyerek neredeyse boşanma için Atatürk suçlanacak noktaya varılmış. Taraflı olarak kaleme alınan kitapta, yalan yanlış her türlü dedikoduya yer verilirken, Latife Hanım'ın “topuk vurmalarından” hiç bahsedilmemiş. Latife Hanım korunurken, Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan Hanım, 262-271'inci sayfalar arasında 9 sayfa tutan temelsiz ve abartılı bilgilerle adeta yerin dibine geçirilmiş. Kız kardeşine yapılan saygısızlık, Atatürk'ün hatırasını incitmiştir.
“Mustafa Kemal'i insan olarak tanıtma” iddiasındaki kitapta sayfalar dolusu ilgili ilgisiz kadınların fotoğrafları ve haklarındaki gereksiz magazin bilgileri neden yer alıyor, anlamak mümkün değil!
239. sayfada “Mustafa Kemal'in Hitit merakının odak noktalarından biri, kadındı.” denilmiş. Hititler, Sümerler dahil bölgemiz tarihindeki tüm uygarlıklar konusunda çalışmalar başlatan Atatürk'ün esas hedefinin, Batı emperyalizminin Türklüğe karşı yüzyıllardır sürdürdüğü suikast planına karşı tamamıyla bilimsel temellere dayanan Türk Tarih Tezini geliştirmek olduğunu bilmeyen bir kişi, böyle bir değerlendirme yapabilir. Ancak bu kişi, Mustafa Kemal Atatürk'ü tanıtma iddiasında bulunamaz. 
Kitapta Atatürk'ün geçirdiği hastalıklar öylesine özensiz bir biçimde anlatılıyor ki, insan okurken inciniyor. Örneğin “Trablus'a doğru yola çıkmak için son hazırlıkları yaparken, at tepmesi sonucu yaralandı” bilgisi 49. sayfada yer almışken, 461. sayfada anlamsız bir biçimde tekrarlanıyor. 467. sayfada 27 Mayıs 1927 tarihinde geçirdiği kalp spazmından bahsediliyor ve “sigara yüzünden” denildi ve “bu teşhis ve tavsiye maalesef hiçbir işe yaramadı.” diye ekleniyor. Atatürk'ün o sırada bize yol göstermek üzere yaşadıklarını aktardığı eseri Nutuk'u, neredeyse uyku uyumadan yazmakta olduğunu nerden bilsin Yılmaz Özdil? O sadece sebebi, “Mustafa Kemal”i anlatıyordu doğru! 
Büyük insanlara, meraklı komşu gibi, paparazi gözüyle bakılamaz. Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır.
Sayın Feza Tiryaki kitap hakkında yazmış olduğu değerlendirmede(1) Atatürk'ün ameliyat masasına yatırılmış gibi her özelinin deşilmesi üzerinde durmuş ve şu çok yerinde saptamayı yapmış:
“Kime neyse, şu yukardaki sözlere bakın. Sarsıyor, yumruk yediriyor duyana. Atatürk ortada, korunmasız, her yanına dil uzatılıyor. Ölümsüz fikirleri öğretileceğine;
“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
diye söylediği sözdeki gibi, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “naçiz bedeni”ne saldırılıyor. Çocukların, milyonların, dünyanın önüne atılıyor, öğrenin bunları, öğrenin deniyor.”
Bu konuda Hegel’in bir açıklaması diyor ki: “Hiçbir kahraman, uşağı için 'kahraman' değildir. Kahraman, 'kahraman' olmadığı için değil; uşak, 'uşak' olduğu için. Kahraman, uşağa 'kahraman' olarak değil, yiyen, içen, giyinen, kısacası ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür.”
Bütün biyografi yazarları için bir başucu sözü.
Hegel “Kahramanlara uşağının gözüyle bakmayın, anahtar deliğinden değil, cepheden bakın, bakışlarınızı kahramanın başına kaldırın’’ diyor!
Ayrıca takt diye birşey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir. İncelikten, denlilikten yoksun üslup okuyucuyu incitiyor ve asıl hedef kitlenin çocuklar olduğunu düşününce ürpertiyor.
Kitabın bende bıraktığı genel izlenimi Rahmetli Turgut Özakman'ın, Can Dündar'ın “Mustafa” filmi için yapmış olduğu değerlendirmeden alıntılarla özetleyeceğim.
Kitap genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterek düşündürmeyi sürdürüyor.
Kitabın anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Kitapta tema (anafikir) yok. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, disiplin altına alır. “Mustafa Kemal” adlı kitapta genel bir tema yok, denilebilir ki her aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin yer aldığı bir kitap çıkmış ortaya.
“Mustafa Kemal”in yaşam hikayesi gibi bir konu, yaratıcılarından hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı, hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. Kitapta bu özelliklere rastlanmıyor. Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar.
Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamına elini sürmesin!Bu kimseler galiba insan kavramını zaaflar karşılığı kullanıyorlar. “Mustafa Kemal şöyle içki, böyle sigara içerdi” vb. deyince bu, insan Mustafa Kemal'i anlatmak mı oluyor? Atatürk’ün gizli saklı bir hayatı yok. Her şeyi bilinir. Birçok kitapta anlatılıyor. Bilmeyen bilgisizliğinden bilmiyor. Ne var ki bir çalışma çocuklara da yönelik bir çalışma ise özenli, dikkatli bir dil kullanılması ya da bunların ihmal edilmesi bir uygarlık gereğidir. Ayrıca, insan zaaflardan, alışkanlıklardan ibaret değildir. Sağlıklı bir kişilikte zaaflar küçücük bir yer tutar. İnsanı insan yapan başka özellikler, nitelikler, değerler var. Bir karakteri zaaflar değil, bunlar çizer.
Mustafa Kemal kitabının çoğu satırlarında, Türk milletinin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı, yaralanıyor, incitiliyor.
Rahmetli Atatürk’ü kıyısından köşesinden, sofrasından yatağından didiklemeye yeltenmek, insanca yaklaşmak, insanca anlatmak değildir. Bu palavraya, ucuzluğa, basitliğe bir son verelim.
Türkiye’de Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Mustafa Kemal Atatürk yanlış ve eksik anlatılamaz. Yanlış anlatım yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olur.
Dicle Eroğul

(1) http://www.ilk-kursun.com/haber/370124/hem-gizli-hem-acik/

İNTERNET’ten
4.11.2018

YILMAZ ÖZDİL’İN GÖRMEYİ BECEREMEDİKLERİ…
Atatürk’ü tanımak ve tanıtmak kolay değildir.
En az yüz insan ve en az bin yazılmış eseri yapbozun parçaları olarak düşünün.
Ciddiyetle araştırılmadan, yapbozlar birleştirilmeden Atatürk görülemez.
Bu yazımızda, şahıslardan bahsedeceğim.
Bakın onu tanımak için, olmazsa olmaz kimleri de tanımak lazımdır.
Olmazlar; Padişah II. Abdülhamit, Sultan Reşat, Sultan Vahdettin, Cemile Sultan, Sabiha Sultan, Mediha Sultan, Damat Ferit Paşa…
Plevvne kahramanı Osman Paşa, Ali Rıza Paşa, İsmail Fazıl Paşa, Osman Nizami Paşa…
Olmazsa olmazlar; İttihat ve Terakki Partisi, Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa, Dr. Nazım, Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Yenibahçeli Şükrü, Topkapılı Cambaz Mehmet, Şakir Zümre, Bulgar Sadık, Zenci Musa…
Kesinlikle olmazsa olmazlar; Fevzi Çakmak Paşa, Cevat Paşa…
En olmazsa olmazlar; Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Hüseyin Rauf Bey, Refet Paşa, İsmet Paşa… Celal Bayar, Albay Mehmet Şefik Bey, Albay Reşat Bey…
Yakın çevre ve kadınlar; Zübeyde Hanım, Makbule Hanım, Latife Hanım, Fikriye, Şükrü Paşanın kızı Emine, Madam Corinne, Karagözlü Müjgan, Bulgar kızı Toni, Bulgar Savunma Bakanının kızı Mara, Madam Hilda, Madam Galius, Afet İnan, Ülkü…
Din adamları, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, Amasya Müftüsü Mehmet Tevfik efendi, Vaiz Abdurrahman Efendi…
Çerkez Ethem…
Demirci Efe, Yörük Ali Efe, Kıllı Hüseyin Efe, Gökçen Efe…
Mutad Zevat; Nuri Conker, Salih Bozok, Kılıç Ali, Cevat Abbas, Muzaffer Kılıç, Yaver Şükrü…
Molla Sait alçağı, Dürzizade alçağı, Papaz Frev alçağı…
Almanlar; General Goltz, Alman İmparatoru II. Wilhelm, General Limon Von Sarders Paşa, General Falkenhayn…
İngilizler; Başbakan Lloyd Georges, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Churçil, Amiral Ian Hamilton, Amiral Calthorpe, General Allenby, General Berdvaurd… General Tavsınd.
Fransız; General d’Esperey…
Amerikalı; Başkan Wilson, General Havırd…
Yunan başbakanı Venizelos, General Trikopis…
Bizim yazarlar; Süleyman Nazif, Halide Edip, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Ünaydın, İbrahim Süreyya, Şevket Süreyya, Mazhar Müfit, Hikmet Bayur…
Yabancı yazarlar, Paul Gentizon, WillySperco, Norman Itzkowitz, Vamık D. Volkan, KlausKreiser, Lord Kinross, ParaşkevParuşev, BenoistMechin, Austin Bay, Andrew Mango…H. C. Armstrong

Bunlar ilk aklımıza gelenler… Bu listenin üç beş katı isim daha çıkarmak mümkündür.
Bu şahısların karakterlerinden, yaptıkları işlerden, hayatlarının Atatürk’le kesiştiği yer ve mekânlardan bahsetmeden Atatürk’ü anlatamazsınız.
Peki Yılmaz Özdil'in kitabında bu şahıslardan bahsedilmiş mi?
Hayır.
Belki on kadarından birkaç kere.
Gerisinden hiç…

Ve ayrıca çok önemli.
Atatürk’ü anlatabilmek için doğduğu zamanda ve gençliğinde Osmanlının siyasi askeri iktisadi durumunun altını, kalın çizgilerle çizmek lazımdır.
Aynı şekilde, tüm dünya devletlerinin, hassaten Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Amerika, Yunanistan gibi devletler ve onların idarecileri, sömürgecilik emelleri bilinmeden Atatürk anlatılamaz.
Kitabın sonunda verilen ek bilgiler, beceriksizliğin ifadesidir. Madem hikaye... Beş yüz küsur sayfa hikaye olmaz, yani roman.. Bu bilgiler romana yedirilmeliydi.
Kitaptaki yazı türüne bir isim vermek mümkün değil.
Bu yazı ve yazılar, sayın Özdil'in, gerçekten usta olduğu gazete köşe yazılarından gereği kadarının birleştirilmesinden başka bir şey değildir.

Emperyalister Çanakkale’den neden saldırdı?
Malum diyelim.
Orada amaçlarına ulaşamadılar.
Peki, Ruslar Kars Erzurum’dan, İngilizler Filistin’den niye saldırdılar, aynı amaçla.
Muş Bitlis saldırıları, üslerine haber vermeden, onaylatmadan yapılmış ve kazanılmıştır.
Bilenler bilir ki; Muş-Bitlis zaferleri Çanakkale kadar önemlidir.
Her ikisinin de Muzaffer Kumandanı Mustafa Kemal Paşadır.
Atatürk’ün Muş-Bitlis zaferlerini Türkiye de bilmez, Muşlular Bitlisliler de Yılmaz Özdil de.
Bilseydi görürdük.
Kokusu bile yok.

Çanakkale’de “ben size ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal Paşa… “Kulp Geçidinde” bir yaralı Mehmetçik için bütün bir orduyu risk etmiştir.
Şayet, Sayın Özdil’in kaynağı iki bin olsaydı, Yaver Şükrü’nün hatıralarına ulaşırdı.
On yıl ter ve iki bin kaynak iddianızı yutmadım Sayın Özdil.

Savaş planını “eşek meydanında” yaptığını, üç gün at sırtından inmeden imdada giderek, Ali Fuat Paşanın tümenini Hızır gibi kurtardığını görebilirdiniz.
Küçük Anılarda Büyük Sırlar’ı görebilirdiniz.

Ya şahıslar.
Bir iki örnek vereyim.
Fikriye… Fikriye, Atatürk’ün üvey babası Ragıp Beyin akrabasıdır. Bebekliğinden beri onu tanır, Fikriye ona âşıktır, Genç kız olunca, Mustafa Kemal’i kıskanan Zübeyde ve Makbule hanımlarla sıkı bir mücadelesi vardır. Ve Atatürk onu Ankara’ya getirtir… Devamını siz öğreniniz.
Kadın, bir edebi eseri eser yapar.
Atatürk’ün hayatında kadınlar önemlidir.
Atatürk Fikriye’siz anlatılmaz.
Yılmaz Özdil hem diyor; İki bin kaynak eser inceledim” hem Fikriye yok..
Tüh…
Yazar, şan olsun, şeref olsun diye “kaynakçasını” kitabı sonuna ekler.
Nerde; yok!
Çünkü yok. Olsaydı, kaynakların kokusu kitaba sinerdi.

Kitabın yarısından asabım bozuldu… Çünkü Fikriye’nin, Selanik’te ve Ankara direksiyon binasında anlatılması lazım. Ama Sayın Özdil, kitabın 3. sayfasında, Ölmüş Zübeyde hanımın gözlüklerinin, filan bankanın kasasında olduğunu, Salih’in oğlunun sünnetinde ona kol saati hediye ettiğini (neye lazımsa) buluyor, yazıyor, ama Fikriye’yi görmüyor. Kitabın sonunu getiremedim... Acaba Fikriye'den, ilgisiz bir yerde (çoğu zaman olduğu gibi) bahsetmiş midir?

İngiliz H.C. Armstrong, Atatürk’e hakaret maksadıyla yazdığı “Bozkurt’ta” bile ona hayranlığını gizleyemiyor, okuyucuyu da hayran ediyor, heyecanlandırıyor…
Yılmaz Özdil’in M.Kemal’i, ölmüş bir adamın nabzı gibi, dümdüz… Bizim yazar, İngiliz asker yazar H.C. Armstrong’un başardığının binde birini başaramamış. Yazık!
Allah rızası için bir (evet bir tane yok, nasıl hikayeyse) tasvir yap be adam.
Ne olur beni bir kere heyecanlandır..
Çanakkale’de bile, Sakarya’da bile ruh yok.
Ruh var, ama yazan ruhsuz.
Nagehan Alçı denen kadın alay etmiş.
Bitim kadar sevmediğim bu kadına haddini bildirmek isterdim.
Ne çare ki haklı…
Çok para kazanacağın muhakkak Yılmaz…
Ama keşke yazmasaydın.
İhtiyacın mı vardı be adam.
Seni çok seviyordum, şimdi hiç sevmiyorum.
Benim; “Destanlara sığmayan kahraman” dediğim dehayı, bu üslupsuzlukla, hangi cesaretle yazdın.
“Daha güzeli yazılmamışmış…”
Atatürk hakkında son gördüğüm kaynakta, 10.000 kitap yazıldığı bilgisi vardı. Şimdiye bir o kadar daha olmuştur.
Bana deseler ki, en gereksiz, hatta zararlı yüz kitap seç.
Yeminle…
En başa Yılmaz Özdil’inkini oturturdum.
...
Elimden gelse, Yılmaz'a kazanacağı parayı verir, kitapları Seka'ya gönderir (Seka mı kaldı be adam, yediniz yuttunuz) tekrar kağıt hamuru olarak kullanırdım.
Bilgisiz bir adamın bu kitabı okumasını zararlı bulurum.
Bilgisiz bir adam?
Nüfusumuzun % 90'ı, Atatürk'ü sevenlerin daha fazlası....
Maalesef acı gerçek budur.
Bu sebepten, bilgisiz biri bu kitabı okursa, Atatürk'ü beceriksiz ruhsuz sıradan biri zanneder.
Oysa beceriksiz ruhsuz olan o deha değil, aha şu yazan zat.
Bu kitabın, yabancı dillere çevrilmesine, çocuklara cd ler yapılmasına, öncelikle Atatürk'ü sevenler, mutlaka ama mutlaka engel olmalılar.

Bu yazdıklarımı Sayın Özdil’in görmesini isterim.
Bir hayır sahibi yok mu?
değerlendiren:

Emekli Öğretmen Ertuğrul Kapusuzoğlu

İNTERNET’ten/3 Kasım 2018

HEM GİZLİ – HEM AÇIK
Sözcü’nün haftalardır sorduğu, başlığında tuttuğu şu soru, günümüzün özeti:
“29 Ekim resmi tatil mi?”
Yazık, en büyük günümüz, kutlanacak mı diye sorgulanıyor. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti öyle bir durumda ki, Cumhuriyet Bayramı yaklaşırken, bayramın kutlanıp kutlanmayacağını, o gün resmi tatil olup olmadığını Ekim’in yirmisine geldik, kimse bilmiyor. Gazeteci ortaya soruyor:
“29 Ekim resmi tatil mi?”
Yok değil dense; oldu, tamam. Resmi tatil dense; oldu, tamam.
İşte tam böyle günlerimizde, büyük tanıtımlarla, övgülerle, TV yayınlarıyla, söyleşilerle, alışılmışın ötesinde milyonluk toplu baskı sayısıyla bir kitap sürüldü piyasaya. Satılıp dağıtılacağı kesin, belli. Her dile de çevrilecekmiş. Üstelik dünya da öğrenecek, neler yazılıysa içinde.
Kaynak (?) kitapmış, kitap, Sözcü yazarı Özdil’den.
Yazarı tanıtıyor kitabını, yazma amacını:
“… her yurtsever ailenin kütüphanesine, okuma yazmayı söken her öğrencimizin çantasına, umudumuz olarak dünyaya gelen her bebeğimizin kundağına Mustafa Kemal’in kitabını bırakacağız. Buna kararlıyız.”
İddia olağanüstü büyük. Ailelerin kütüphanesine bırakmak neyse de, okuma yazmayı söken her çocuğa okutmak, bebelerin kundağına bırakmak için çok eğitici, öğretici, çocuklara uygun ve de doğru bilgilerle dolu olması gerekir kitabın. Bakalım öyle mi?
*
Kitap kapağı adsız. Beyaz, alışılmadık uzun boyutlu (13 – 23) kitabın sırtında görülüyor adı.
Kitap kapağında, bembeyaz kapağın tam ortasında, siyah çizgili imza. Bu imza, Atatürk’ün 1934’te soyadı yasasıyla “Atatürk”soyadı almadan önceki imzasının bir bölümü.
Tanıtımlarda, ”Yılmaz Özdil’in beklenen kitabı “Mustafa Kemal” çıktı deniyor. O zaman anlıyorsun kitabın adı “Mustafa Kemal.”
İmza eksik alınmış. Başında Gazi olmalıydı. Atatürk imzasının bir bölümü koparılmış, kesilmiş, kitap başlığı edilmiş. Atatürk’ün eski imzasının doğrusu: “Gazi M. Kemal.”
Atatürk’ün bildiğimiz imzası, son geçerli imzası ise bu değil, “Kemal Atatürk” imzasıdır.
O, her yere yapıştırdığımız, dövmeler yaptırdığımız, duvarımızı, camımızı, yakamızı, çalışma masamızı süsleyen “K. Atatürk” diye belleklere kazılı imza.
Önce, Atatürk ‘ün imzasını yanlış öğrenecek çocuklar. Geçersiz imzayı görecekler kapakta, alıştıkları imza silinecek belleklerinden. O’na, kaç yüz kez Mustafa Kemal diye ön adıyla seslenme, “Kırk gün ne dersen o olur” misali, her satır başında, satır içinde durmadan Mustafa Kemal denmesi, algıları karıştıracak.
Yazar, Atatürk’e, ısrarla Mustafa Kemal demesini açıklamış soranlara gazetesinde:
“Atatürk bizim ona atfettiğimiz bir kavram. Yani Atatürkçülük başka bir şey. Ama Mustafa Kemal bu insanın kendisi. Ben de kendisini yazdım. Çünkü Mustafa olarak doğuyor. Sonra Kemal, Mustafa’nın önüne geçiyor. Öğretmeninin ona kemale ermekten yola çıkarak Namık Kemal’e atfen verdiği isim onun hayatının anlamı oluyor. O kadar içselleşmiş ki bu, eşi Latife de, hayattaki en iyi arkadaşı Nuri Conker de ona hep Kemal diye hitap etmişler. Mustafa diye seslenmemişler. Atatürk dememişler, Kemal demişler. Yakın arkadaşları için, eşi için o Kemal’miş. Dolayısıyla ben onun kişisel özelliklerinin omurgasını yazdığım için kitabın adına da Mustafa Kemal dedim zaten.”
Evlere şenlik bir açıklama. En yakın arkadaşı, eşi ona hep Kemal diye seslenirmiş, Atatürk demezlermiş. Ya nasıl sesleneceklerdi? Bir bakar mısınız, bir kadın eşine evinde adıyla değil de soyadıyla seslenecek, siz böyle bir hitap şekli duydunuz mu hiç? İki ön adlı olanların ikinci adları kullanılır sonra genellikle. İlk ad göbek adıdır. Devlet kurucusu, devletinin Kurtuluş Savaşının Başkomutanı, ulusunun önderi, kurduğu Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı, dünyanın en büyük devlet adamlarından biri olunsun da, tüm dünyada, o büyük dahi, tarihten beri, “Türk’ün atası Atatürk olarak bilinsin de, ülkesinde, o büyük kişiye, çoluk çocuk, o bu, canı isteyen, ön adıyla seslenmeye başlasın. Saygı sanlarının hiçbiri kullanılmasın. Bunun yeryüzünde bir örneği var mıdır?
Atatürk devrimlerine karşı olanlar, devrimlerini benimsemeyen karşı devrimciler Atatürk diyemez, demez, bizim bildiğimiz; bu kitapta yapılan nedir anlayan beri gelsin!
Kitap, yer yer siyah-beyaz resimli. Boşluklar bırakılarak, sanki destan yazılır gibi tek tek kısa satırlarla yazılmış çoğu yeri. Satırlarda başlama bitme çizgi uyumu yok, satır başları gözünün önünde sanki oynuyor, öyle hareketli. Satırın bir orası uzun, bir burası. Beş yüzün üzerinde görünüyor sayfa sayısı ama siz onu en az yarıya indiriverin.
Ha, kitabın arkasına da küçücük bir Atatürk resmi eklenmiş. Üçe, beş santim. Başı kalpaklı. Altında,
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen…” yazıyor. Sonrası? Yok. Bu kadar.
Anımsarsınız, iktidarca, geçmiş yıllarda Meclis’teki Mareşal Atatürk tablosundan rahatsız olunmuş, kaldırılmıştı. Geçen yıl, gazeteler muştuladılardı: “Atatürk’ün kalpaklı resmi Meclis’e asıldı.”(Yeniçağ)
Düşündürücü…
Kitapta, kanımca en önemli, en büyük yanlış, araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı’nın da uyardığı Atatürk’ün imzasıyla ilgili yanlış bilgi. “İmzaları” bölümünde yazılanlar. Kesin kanıtlı, belgeleri yayınlanan bir durum, tekrar yalan şekliyle yazılıyor. Cengiz Özakıncı anlatıyor:
“1969’da Zeynep Oral’ın ilk başlattığı yalan, hemen çürütüldüğü halde, ertesi yıl kesin bilgi sayılarak Hürriyet Gazetesi’nce ansiklopedik bilgi sayıldı.”
Bu yalan furyasının arkasına, Dilipak, Aziz Nesin takılmış. Aziz Nesin, Cengiz Özakıncı’nın yalanı bozmasına, belgelerle çürütmesine karşın, yalanda diretmiş. Gazeteciler, Hıncal Uluç, Lale Umar Nesin’i desteklemiş. Aziz Nesin, (1992)”Türk halkı enayi” bile diyebilmiş bir gazeteye:
“Atatürk’ün imzasını başkasından kopya etmesine çok bozuluyorum.” Üst başlığıyla Atatürk’ü yermeye cüret etmiş.
Oysa tahmin ettiğiniz gibi, Atatürk, kendi imzalarını kendi tasarlamış, kendisi atmış. Daha harf devriminden önceki el yazıları, soyadı yasasından altı yıl önceki yazı örnekleri buna kanıt. Ressam Saip imzalı portredeki “K. Atatürk” imzası (1935) ayrıca önemli bir belge. Atatürk “A” sesini küçük a’yı büyüterek yazıyor, yazı tarzı öyle. Yine Türk’ü yazması, eski el yazılarında da, imzasının aynısı. Gazi’yi yazması da öyle. Kimsenin yardımına, aklına ihtiyacı yok.
Bu geçmişin tartışmaları, belgeli kanıtlı bilgiler varken hem de, aynı yanlışın peşinden koşmuş yazar. Nedendir bilinmez…
Atatürk’ü kendi imzasını tasarlayamayan, atamayan biri olarak gösteren, uydurukçu, çıkarcı Ermeni hocanın, oğlunun ve buna kanmış görünenlerin yalanlarını yaymak ne kadar doğrudur, bu yalan, kitaptan nasıl çıkarılacaktır bilmiyoruz. Kitaptan:
“Harf devrimiyle birlikte “gazi m. Kemal” imzasını attı
.
Bu imzayı HagopÇerçiyan tasarladı.”
Denilerek Çerçiyan’ın yalanları sıralanıyor.
“… Mustafa Kemal’in isteğiyle beş farklı örnek hazırladı.
Tek tek sunum yaptı.
Mustafa kemal “k. Atatürk” imzasını seçti.”
Ne diyor Özakıncı, Atatürk’ün “K. Atatürk” imzası için:
“Atatürk’ün imzası özgün yaratımıdır. O imza, Cumhuriyet’e atılan imzadır. Tek adam rejiminin yıkılışına atılan imzadır. Laiklik, bağımsızlık imzasıdır!”
*
Tarihçiler sıraya girmişler, şurası da yanlış, burası şöyleydi diye. Örneğin “Topal Osman” bölümü öyle.
Kitap magazinsel konularla yüklü… Atatürk’ün devrimlerinden, Atatürk ilkelerinden pek söz edilmiyor. Atatürk’ün büyük devlet adamlığının yanında, kimseye gerekmeyen çok çok özelini öğreniyorsunuz. Yazmaya utanıyorum, bağışlayınız ama kişinin kendinden veya doktorundan başka kimseyi ilgilendirmeyen “tuvalet ihtiyacını nasıl görürdü, savaşlarda ne yapardı” bölümü bile var kitapta.
“Sivil hayatta sabaha karşı saat beş gibi, yatmadan önce tuvalete giderdi…
Cepheden kalma alışkanlıktı.
….her sabah saat beş gibi uyanır uyanmaz tuvalete gider, işini görür, aradan çıkarırdı.”
Yazar, kitabı üzerine yenice konuşmuş:
“Bir sihirli el bu toplum Atatürk’ü tanımasın diye özel çaba harcamış.”
Demek ki neymiş, okuma yazmayı söken çocuğumuz Atatürk’ü bunlarla tanıyacakmış. Çoğu önemsiz kadını, uyduruk Bulgar aşkını, yabancı artist bozuntularını, bir de, kendisine, annesine atılan iftiraları, bir takım delilerin, akıl sağlığı bozukların, karayobazların, kuyruk acılıların pis ağızlarından çıkan kusmukları… bu kitap sayesinde öğrenecek çocuklarımız. Kundaktaki bebeler de büyüyünce mutlaka duyacaklar, aman ne kötü adamlar, ne kötü laflar etmişler, “tüh tüh” diyecekler!
Rıza Nur’un, uşak Cemal Granda’nın ağza alınmayacak iftiralarından kime ne? Neden öğrenmeli bunu herkes, dünya bunları neden duymalı, neden?
Kazancımız ne olacak, içimizdeki hainlerden, bu, bunu demişti, bunu iddia etmişti, demenin kime neye yararı olacak?
Üstelik, bu yaşadığımız acılı günlerde…
O kadınlar faslı ayrı bir alem. Yabancı kadınlardan, yalan olduğu belli, önemsenmek için yıllar sonra atıp tutmalar, yakıştırma öyküler. Bir dolu ne için anlatıldığı anlaşılmayan, saçma sapan aşk-meşk – kadın hikayelerinden en acısı kızkardeşi Makbule ile ilgili olanı. Ölürken, kendisine Atatürk’ten kalan mal varlığını bir devlet kurumuna bağışlayan kızkardeşi; arsız, gözü aç, lükse düşkün gösteriliyor, bir hizmetçisini bile dile takmışlar, şu günkü saltanat devrinde hem de, insanın aklı duruyor. Atatürk’ün arkasında kalan tek aile ferdini, kendinden dört yaş küçük kız kardeşini böyle aşağılayarak milyonlara duyurmak kime ne kazandıracak acaba?
Yazarın köşe yazılarından hiç değiştirilmeden olduğu gibi aktarılan bölümler de var. Bunlardan biri: “Sevgili.” “Atatürk’ün Bulgar Aşkı”, “Sofya’da Aşk Başkadır!”gibi başlıklarla duyurulan, uyduruk, akla mantığa aykırı hikaye. Atatürk’ün Sofya günlerinden, çocuklar, çıkara çıkara Bulgar kızını mı çıkaracaklar?
Çoğu konu, Atatürk’le ilgili anı kitaplarından, bilinen konular.
Yine, Atatürk’ü değersizleştirme çamurlarından biri, “Mustafa Kemal’e “Sabetayist” denildi…diye başlayan bölüm.(s. 339)
En çok, bu bölüm düşündürdü beni. Çünkü bunları istemeden, içim sızlayarak, iftiranın hedefine ulaşacağını, bilmeyene, algısı karıştırılanlara “acaba” dedirtebileceğini düşünüp üzülürken, hemen o günlerde, bu kitaptaki aynı konuyu,“Yahudi dönmesi miydi?” başlığıyla aynı sözlerle yazan bir köşe yazısıyla irkildim.
Bizim kuşak, sonraki kuşak, daha sonraki kuşak… Tamam, bu kuşaklar yenilmez, bellekleri değiştirilemez, sonuna kadar direnir de, günümüz gençlerinin durumu ne olacak? Kırmızı Kedi yayınlarının sahibi yazmış bu yazıyı, Oda tv denilen yerde çıkmış bir kaç gün önce. Atatürk’ü “Yahudi dönmesi” gibi akıllara ziyan bir tartışmanın içine katmışlar. Bir yanda yazarı, bir yanda yayınevi patronu aynı konuda buluşmuşlar. Sözde olmadığını ispatlıyorlarmış da, öyleymiş de, şöyleymiş de…. Hiç mi duymamışlar; “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” benzetmesini, atılan çamurların temizlenmesinin güç olduğunu, en doğrusunun bu tür denilenleri aynı sözlerle yaymamak olduğunu…
Tertemiz algılar kirletiliyor, bir şey kınanırken aslında duyuruluyor, çamur atanın istediği yapılıyor. Günlük yaşamımızda, yaşadığımız çevrelerde kimlere ne iftiralar atılıyor, “Şu şununlaymış, falanın oğlu ondan değilmiş, şu şurada şununla neler yapmış…” Ciddiye alınsa, bu dedikodular yayılsa, neler olur neler. İnsanoğlunun yaradışında var, iyilik de kötülük de…
Atatürk’ün anasına, büyük Türk anasına adıyla seslenmek… O büyük anneye “Zübeyde” demek. Çocuklarımız böyle mi öğrensinler Zübeyde Hanım’ı?
“Zübeyde’ye mektup yazdı.
“Saygıdeğer anneciğim…”
“Zübeyde’nin odasında… Zübeyde küt diye yığıldı.”
“Annesi Zübeyde geldi.”
Sonra, Atatürk’ü ameliyat masasına yatırır gibi, hastalıklarından, dişlerinden, damağından, kimsenin bilmesi gerekmeyen, toplumu, hele günümüz toplumunu hiç mi hiç ilgilendirmeyen, Atatürk‘ün “altı ok”una en çok ihtiyaç duyulan günümüzde, bedensel durumlarından, sıkıntılarından uzun uzun söz etmek…
Bize Atatürk’ü değil, Mustafa Kemal anlatılıyordu sahi. Karıştırdım…
İlk haftada beş yüz bin, on günde yedi yüz bin satılmış kitap. Fabrikalarda işçilerine dağıtıyormuş holdingler. Binlercesini toptan alan varmış.
Avukat Erdem Akyüz, yazıdaki iftiralardan söz eden bölümlere şöyle bir uyarı yapmış:
“Burada örnek vererek tekrarlayamayacağım ölçüde terbiye dışı ve suç teşkil eden kelime ve cümleleri açık açık yazmak yerine, bunların yalan ve iftira olduğunu kaydetmek daha doğru bir yazım şekli olurdu. Suç ve iftira niteliğindeki beyanların, bire bir alınıp yazılması doğru olmadığı gibi hukuka da uygun değildir.
Okul çocukları ve öğrenciler, bu satırları okudukları zaman ne düşünüp, nasıl yorumlayacaklardır.
Atatürk düşmanı kişi ve taraflar, kitapta yer alan bu ifadeleri, kopyalayıp, suistimal ederek kullanabileceklerdir.
Bu yazım şekli ile, asılsız ve temelsiz iftiralara ulaşmak imkanı olmayanlara da bu olanak verilmiş olmaktadır.”
Sonunda da teklifini demiş. Bir milyon yedi yüz bin basılan, bu kağıt sıkıntısı olan kriz günlerinde hem de:
“Değerli yazar Yılmaz Özdil’in içten ve samimi bir şekilde yansıtılan bu eleştirilere bir çözüm bulacağını ve belki de kitabın toplatılarak düzeltildikten sonra yeniden yayına vermek gibi çözüm üretileceğini ümid ve temenni etmekteyim. Av.A.Erdem Akyüz”
Cengiz Özakıncı da, sonraki baskılarda düzeltin diyordu yanlışı.
Kitabın kendisi, içeriğine göre seçilen hedef kitlesi, okuyucu kitlesi, zamanlaması yanlış.
Bunu demeye çekiniyor musunuz? O kitabın toplatılıp düzeltilmesi olası mı?
Sözcü, her gün yeni bir tanıtımla övüyor kitabı:
“Mustafa Kemal’i’i anlatmak boynumuzun borcudur!” diyen usta kalem Yılmaz Özdil, mutlaka her evde olması ve 7’den 70’e herkesin okuması gereken bir eser ortaya koydu.”
Şimdi aşağıdaki konu, kimi, hangi çocuğumuzu, neden ilgilendirsin?
“Şahane dans ederdi.
Çocukluğundan beri meraklıydı.
… Mustafa Kemal, Bolşoy’un sopranosu Maria Maksakova’yı dansa kaldırdı, vals yaptı. Saat 22’de başlayan balo, sabah 7’ye kadar sürdü!
Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu;
“Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”(s. 411)
Burada da akla ziyan bir kıyaslama, demişse demiş, bunun nesini öğrenecek çocuklarımız? Bizi Atatürk’ün dedikleri ilgilendirmiyor mu? Çevresinde kısa – uzun süreli bulunan kadınlardan kime ne?
“Makbuleye göre, Latife Atatürk’ü, Fikriye Mustafa Kemal’i sevmişti.
Biri sonuca, öbürü sebebe aşıktı.”(s.212)
Ah ah, kitabın en önemli yerini, “belgeselli” sayfasını unutmuşum:
“Çankaya köşkünün bodrum katında kav vardı.
Terekesindeki döküme göre, Mustafa Kemal vefat ettiğinde şunlar kalmıştı…
38 şişe erik rakısı (ev yapımı)
50 şişe Macar şarabı, kırmızı
25 şişe Ren şarabı, beyaz”

Böyle başlanarak 22 dizelik bir içki listesi sıralanıyor. (s.439)
Yorumu, tabii okuyanların.
Çocuklar, Atatürk’ü, bağışlayın, dil alışkanlığı işte, Mustafa Kemal’i gerçekten öğrenecekler!
Okurken içe dokunan, alışılmadık satırlar:
“Mustafa Kemal rahmetli olmuştu,” (s.300)
“10 Kasım’da rahmetli olduğunda üç günlük sakalı vardı.”
“Rahmetli olmadan üç ay önce, gene böyle diş eti iltihaplanması…”(s. 467)
Aynı sayfada birden kuruluş yıllarına dönüveriyor. Zaten kitapta tarihi bir sıra yok, oradan oraya geçiliyor:
“1923’ten itibaren burun kanamaları başlamıştı. “(s. 467)
“Mustafa Kemal vefatından 18 gün sonra…”(s. 478)
Bilmemizin bize ne kazandıracağı belirsiz öğretiler:
“Pijamayla yatmazdı, gecelik entariyle uyurdu.”(s. 367)
“…sadece elma suyu ve sütle besleniyordu.”
Anca kaşıkla verilebiliyordu.”(s. 480)
“…dişlerini erken kaybetmişti. Üst dişleri…”(s. 466)
Kime neyse, şu yukardaki sözlere bakın. Sarsıyor, yumruk yediriyor duyana. Atatürk ortada, korunmasız, her yanına dil uzatılıyor. Ölümsüz fikirleri öğretileceğine;
“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
diye söylediği sözdeki gibi, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “naçiz bedeni”ne saldırılıyor. Çocukların, milyonların, dünyanın önüne atılıyor, öğrenin bunları, öğrenin deniyor.
“10 Kasım perşembe
Saat dokuzu beş geçe…
Mustafa Kemal’i kaybettik.”(S. 481)
Burası da doğru değil, Atatürk’ü kaybetmedik, Atatürk sonsuzluğa göçtü o gün.
Can Dündar’ın çok tartışılan filmi, “Mustafa”sından sonra, şimdi de böyle bir kitap. Hele, “Mustafa Kemal’li yıllarda dünya” bölümünde, yargıç katili, bölücü Yılmaz Güney’in, Cumhuriyetimize 70 yıllık zulüm diyen Yaşar Kemal’in örnek olarak adlarının geçirilmesi de çok ilginç, çok…
Bakınız, bir 29 Ekim daha yaklaşırken, 29 Ekim’le ilgili ne öğreniyoruz bu kitaptan?
“29 Ekim 1923… Cumhuriyet ilan edildi. Meclis’teki teşekkür konuşmasını şaşırtıcı derecede kısa tuttu. Çünkü, diş protezlerini yeni takmıştı, henüz alışamamıştı…”(s. 466)
Bu tümceleri alıntılarken, inanın yerin dibine geçiyorum, kendi elimle de duyurmuş olacağım bu kötücül, üzücü sözleri. Sonra, beni kim okuyacak ki diyorum, bir garip öğretmenim, şurada ne kadar ömrüm kaldı, geldim gidiyorum, en azından “Ata’ma” görevimi yapayım… O sözler ise, bilinçsizce okunacak, nasılsa herkese ulaşacak, yarına da kalacak, kimse silemeyecek insanların içinde yaptığı, yapacağı yıkımı.
Atatürk’ü eserleriyle tanımalı, tanıtmalıyız, kişinin kendisini ilgilendiren özelleriyle değil.
Falih Rıfkı Atay, zamanında şu dileği yazmıştı ülkemiz için, “Batış Yılları” kitabından:
“Bütün kuvvetimizi, kalkınmaya ve eğitime vermeli, Atatürk’ün bitirdiği, sağlam temellerini attığı yapıyı tamamlamalıydık…”
Böyle mi tamamlayacağız?

Feza Tiryaki, 22 Ekim 2018
İLK KURŞUN